DÊRSİM SOYKIRIMINI AVRUPALILAR PLANLADI

İTTİHATÇILAR PRATIĞE UYGULADI

Tıpkı öbür yerli halkların soykırımları gibi

 

Hiç kimse göründüğü gibi değil

Ülkene girip senin gibi görünün

Ama düşmanınla anlaşmış bir haini

Kendin gibi gördüğün sürece

Hiçbir zaman yenemezsin

Özgür olamazsın

 

4 Mayıs 1937 tarihinde İttihatçı M. Kemal’ın başkanlık ettiği Bakanlar Kurulu, resmen yıllar önce programlanmış Dêrsim soykırımı başlama planı olan ‘askeri harekât yapma kararı‘ aldı. Bu askeri harekât, Dêrsim‘e soykırım yapma kararından başka bir şey değildi. Bin yıldan beri bu coğrafyada uygarlık güçleri için çalışan uygarlık yıkıcı Türk egemenlik sistemi; Selçuklu ve Osmanlı devletlerinin yüzyıllar boyu Dêrsim’e dönük düşmanca yaklaşımları döneminde öncelikle Dêrsim Eyaletini İslamlaştırarak sömürgeleştirmek, Osmanlı’nın mirasını alan Türk devleti ise, hem İslamlaştırmak, hem de Türkleştirmek için ‘çıbanbaşı‘ denilerek yüzlerce sefer düzenledi. Yani uygarlık güçlerin, Selçuklu devletini Anadolu’ya İslam’ın ileri karakolu olarak yerleştirdikleri dönemden beri süren Dêrsim‘e düşmanlıkları, ki Bawa İshak ayaklanmasında bu bölgede Zerdüşt inancına sahip 40-50 bin insan katliamlardan geçirildi, bir o kadar gayrimüslim insan da Osmanlı’nın Yavuz Sultan Selim döneminde katledildi, 300 binden fazla Kürt insan da Mustafa Kemal’in 1926-1938 döneminde katledildi. Çok iyi görülüyor ki, Batı’nın ileri karakolu olarak kurulan Türkiye devleti döneminde, uygarlık yıkıcı Türk egemenlik sistemi‘n yerli halklara düşmanlığı birkaç kat artarak hat safhaya ulaşmıştır. Geçmişte Arabistan merkezci işgalci siyasi din ideolojisiyle katliamlarla İslamlaştırmak ve kapitalist sistemin şafağında ise ulus-devlet dini olan Avrupa merkezci Türk milliyetçiliği ile soykırımdan geçirmenin tek nedeni vardı: Neolitik dönemden beri süre gelen binlerce yıllık ve kaynağını doğadan alan Zerdüşt hümanist tabiat inancı, doğayla iç içe, ana ile çocuk gibi kucak kucağa yaşayan ekolojik köy ve özerk yaşam felsefesini o coğrafyada toplumun hafızasından uzaklaştırıp yok etmekti. Çünkü hafızasını yitirmiş toplumlar daha kolay sömürülüyor, daha kolay işgal ediliyor, daha kolay asimile edilip yok ediliyordu.

 

1870 yılından itibaren Selanik’te Avrupa merkezci ırkçı Türk milliyetçiliği ideolojisiyle beyinleri aşılanıp, yavaş yavaş Osmanlı iktidarını teslim ettikleri ve hiçbirisi gerçek Türk olmayan İttihatçıların yaptıkları ; Ermeni, Rum, Süryani gibi yerli halkların ve Koçgiri, Bingöl-Ahmed, Ağrı-Zilan gibi Kürt soykırımlarından sonra, en son sıra Dêrsim soykırımına gelince; ‘Dêrsimlileri nasıl yok edebiliriz‘ diye üst üste onlarca rapor hazırladılar. Çünkü şimdiye kadar Dêrsim’e onlarca sefer yapılmış, ama hiçbirisi başarılı olamamıştı. Şimdi Avrupa milliyetçiliği ve Prusya askeri disipliniyle yetiştirilen ırkçı İttihatçılar vardı; ve bir de Avrupalıların icat ettikleri kuş kanatlı savaş uçakları ve zehirli gazlar vardı; bunlarla Dêrsimlileri havadan bombalanıp yok edeceklerdi. Mağaralara sığınanları da Hitler Almanya’sından alacakları gazlarla zehirleyeceklerdi. Neolitik dönemden kalma ekolojik köy yaşamı ve özerk yaşam felsefesiyle doğa ile iç içe yaşayan Dêrsim’i hiçbir zaman kara hareketiyle yenemeyen, Düzgün Baba gibi ziyaretlerine ulaşamayan devşirme Türk askerleri, Avrupa ülkelerinden aldıkları kuş kanatlı savaş uçaklarıyla havadan yok edeceklerdi. Bu kez Türk-Alman savaş iş birliği, Alman askeri disiplini, Avrupalıların ideolojisi ve savaş silahlarıyla donandıkları için kendilerine güveniyorlardı.

 

Avrupa ırkçılığıyla yetiştirilen İttihatçıların Dêrsim soykırım hazırlığı

 

02.02.1926 tarihinde Türk olmayan Mülkiye Müfettişi İttihatçı Hamdi Bey tarafından hazırlanan Dêrsim raporda: ”Dêrsim, Cumhuriyet için bir çıban başıdır. Bu çıban üzerinde kesin bir ameliyat yapmak ve elim ihtimalleri önlemek, memleket selameti bakımından mutlaka lazımdır. Okul açmak, yol yapmak, refah sebeplerini sağlayacak fabrikalar kurmak, kendilerini meşgul etmeye yarayan çeşitli sanayi işleri sağlamak, özet olarak yurt sahibi yapmak veya uygarlaştırmak suretiyle ıslaha çalışmak hayalden başka bir şey değildir.” diyerek soykırım yolunu gösteriyordu.

 

Dönemin Türk Genelkurmay Başkanı ve Türk olmayan devşirme Fevzi Çakmak, 18.09.1930 tarihinde İttihatçı zihniyetini başkanlığa sunduğu Dêrsim raporunda şöyle açıklıyordu: ”Dêrsim evvela koloni kurallar itibara alınmalı; Tük camiası içinde Kürtlük eritilmeli, ondan sonra ve azar azar öz Türk hukukuna mazhar kılınmalıdır (hukukuna erişimi sağlansın).” ‘Kürtlük yok edilmedir, yok edilmeyenler kendileri gibi Batı uygarlığına çalışan devşirme Türk vekalet savaşçıları içinde eritilmelidir,’ diyor.

 

1933-1934 yılların arasında İçişleri bakanlığına bağlı Jandarma Umum Kumandanı tarafından “Dersim Raporu” diye 300 sayfalık İttihatçıların propaganda kitabı 100 adet basılıp, M. Kemal’in “İngilizlerin emrinde kurduğu Türk ordusunun” başındaki kumandanlara gizli dağıtılır. 76 yıl sonra tesadüfen Org. İzzetin Çalışlar’ın kitaplığında çıkan ve İletişim Yayınları tarafından yayına hazırlanan bu kitabı okuyunca ne kadar yalanlarla, yanlışlarla dolu olduğunu, soykırımdan geçirilecek bir halkın onları katledecek kumandanların gözünde nasıl düşmanlaştırılıp aşağılandığını gördüm.

Yavuz’un yerli halklara düşmanlığı şöyle anlatıyor çağdaş Yeniçeri askerlerine:

”Yavuz Sultan Selim’in gazabı olmasaydı, bugün güzel Türkiye’mizde tek bir Sünni’le tesadüf etmek imkânı belki de mümkün olmayacaktı…

Eğer Yavuz’un garazı Dersim’in yalçın dağları içine girebilmiş olsaydı, herhalde Dersim’i de bugün maddi ve manevi başka bir yol üzerinde görürdük…

Kürt değildirler. Kürtlükle alakaları yoktur. Asılları ve nesilleri Türkmen olan Zaza’lardır. Dilleri de Kürtçe değil, Zazaca’dır.”[1]

Kürt değil, Türkmen’se ve siz de Türk olduğunuzu söylüyorsunuz, öyleyse neden Dêrsim’deki Türkmenlere soykırım yapıyorsunuz? O kadar mantıksız, o kadar zehirleyici bir dil kullanmışlar ki, insan olan insanlığından utanır.

 

25.12.1935 tarihinde çıkarılan 2884 sayılı Tunceli Kanunu ile Dêrsim adı Tunceli olarak değiştirilerek önce toplumun hafızasıyla oynamaya başladılar. Dêrsim ve çevre illerinde sıkıyönetim ilan edilerek, planlı bir şekilde bu kez soykırım hazırlığı için Kürdistan’ın bu bölgesi kuşatma altına alınıyordu.

 

Mustafa Kemal, onlarca Dêrsim raporun ön incelemelerin ardından, 1936’da ilk Meclis açılış konuşmasında, kendisine itaat eden İttihatçı arkadaşlarına, bir yıl sonra emrindeki devşirme Türk ordusuyla başlatacakları soykırımın haberini şöyle vermektedir: ”Aziz arkadaşlarım, iç işlerimizde en önemli bir safha varsa, o da Dêrsim sorunudur. İçte bulunan iş bu yarayı, bu korkunç çıbanı temizleyip koparmak ve kökünden kesmek işi, her ne pahasına olursa olsun yapılmalı ve bu hususta en acil kararların alınması için, hükümete tam ve geniş yetkiler verilmelidir.” diyerek 1937 yılın sonlarında başlayacak soykırımın plan haritası üzerinde çalışmaya başlar.

Önce İngiltere’nin Osmanlı mirasını nasıl bu diktatör ajanına devrettiği üzerine açığa çıkan belgeleri açıklayalım.

 

M. Kemal orduyu Filistin Cephesi’nden çekerek vatana ihanet ediyor

 

Mustafa Kemal, Britanya’nın olduğu kadar Rothschild’lerin de adamıydı. Yurtdışında Rothscild’lerin hastanesinde tedavi olup İstanbul’a döndükten sonra huzuruna çıktığı  Vahidettin Padişah onu Filistin Cephesine, 7. Ordu kumandanlığına tâyin etmişti. “1918 Ağustos ayın sonunda Halep’e giderek ordusunun başına geçti.”[2] Britanya’nın planları çerçevesinde Osmanlı padişahına ihanet ederek savaşı ve Osmanlı devletini bitirmeye kesin kararlıydı. Bunun üzerine Suriye’de “Şerif Hüseyin’in oğlu Emir Faysal ve İttihatçılara karşı savaşan İngiliz casus Lawrence ile görüştü. Lawrence ile 1918 yılı başında, Rusya’da iktidarı ele geçiren Bolşevikler Alman ve Türkiye ile barış görüşmeleri yaparken de görüşmüştü. Ona, ’Pan-Türkizm peşinde koşan İttihatçı partinin içinde güçlü bir pozisyon elde ettiğini ve onları istediği gibi yönlendirebildiğini, Doğu’daki Türkçü arzulara en kısa zamanda mâni olunması gerektiğini, Almanların bu savaşı kesinlikle kaybedeceğini söylemişti.’”[3]

 

M. Kemal, 19-20 Eylül 1918 günlerinde Filistin Cephesinde, İngiliz Orduların başındaki General Henri Hynman Allenby’e karşı savaşmak yerine başında bulunduğu 7. Orduyu savaşmadan ve 8. İle 4. Ordu kumandanlarına haber vermeden Nablus Meydan Muharebesi’nden geri çekme sonuncunda Osmanlı büyük bir yenildi aldı; 75 bin asker esir düştü, 360 top, 800’den fazla makineli tüfek, 200 kamyon, 44 otomobil, 89 lokomotif, 468 yük ve yolcu vagonu düşmanın eline geçmiştir.

 

19 Eylül-26 Ekim 1918 tarihleri arasında Filistin Cephesinde çok ağır kayıplar vererek Şam’a, Şam’dan Halep’e ve Halep’te de birkaç hafta kaldığı Baron Otel’inden emrinde sekiz bin asker olmasına rağmen, şehri savaşmadan İngilizlere teslim etti. Ve Halep’in kırk mil dışında kamp kurarak, Mondros Mütarekesi imzalanana kadar kendisini güvenceye alması için İngilizlerin kendisini esir almasını bekledi.

 

Daha Halep’ten çekilmeden ve İngilizlere teslim olmadan önce, 11-12 Ekim 1918 tarihinde Sultan Vahidettin’e, padişahın yaveri Naci (Eldeniz) Bey adına gönderdiği çok gizli telgrafta şöyle diyordu: ”Müttefiklerle olmadığı taktirde İngilizlerle ayrı olarak ve mutlaka barışı sağlamak lazımdır ve bunun için kaybedilecek bir an bile kalmamıştır.”[4]

 

”Anzak askerlerin kumandanı General Harry Chauvel, Halep’in kırk mil dışında kamp kuran M. Kemal’a asker gönderip teslim olmasını istedi. (İngilizlere güvenen ve kendisini olduğundan büyük göstermeye çalışan) Mustafa Kemal gülerek, ’Söyle Chauvel’e kendisi gelsin alsın,’ dedi. Fakat birkaç gün sonra gelip, General Macandrew’a kendisi teslim oldu. Bunun ardından, Aubrey Kut’ta Türklere emanet ettiği General Townshend, Aubrey Herbert’in (M. Kemal’in arkadaşı) arzusu üzerine İstanbul’da mütareke görüşmelerine başladı ve Türkiye, 30 Ekim’de Mondros Mütarekesi’ni imzalayarak harpten çekildi.

 

İşgalin ardından gelen emir üzerine General Macandrew, Mustafa Kemal’i serbest bıraktı ve onu lüks bir arabaya bindirip tren istasyonuna uğurladı. Trenle Anadolu’ya geçen M. Kemal, Adana’da kısa bir mola verdikten sonra 13 Kasım 1918’de işgal altındaki İstanbul’a döndü. Mütarekenin imzalamasından iki hafta sonra İstanbul’a doğru ilerleyen İngiliz filosu, 12 Kasım 1918’de, yani Çanakkale Harbi’nden sadece üç sene sonra Çanakkale Boğazı’na girmiş ve İstanbul’u işgal etmişti. M. Kemal, annesinin Akaretler’de evi olmasına rağmen, İngilizlerin kontrolü altındaki mıntıkada kalan ve casusların cirit attığı Pera Palas’a yerleşti. [5]

 

İngilizler Mondros Mütarekesi’ni Osmanlıya imzalattıktan sonra, daha İstanbul’u işgal etmeden önce Sadrazam Ferit Paşa üzerinden ajanları M. Kemal’i İstanbul’a çağırıyorlar. M. Kemal, başka bir gün değil, tam İngilizlerin İstanbul’u işgal ettikleri 13 Kasım 1918 günü İstanbul’a geliyor. M. H. Bulut’un anlattığı gibi, “Annesinin İstanbul’da evi olmasına rağmen annesinin evine gitmiyor, İngiliz ajanların, subay, asker ve gazetecilerin oturduğu Pera Palas oteline yerleşiyor.”

 

M. Kemal: “İngiliz kontrolü altında bir Türk ordusu kurmak” istiyorum

 

“Mustafa Kemal ertesi gün, yani 14 Kasım 1918 günü otelde Daily Mail gazetesinin muhabiri ve Aubrey Herbert’in arkadaşı George Ward Price ile buluşuyor,”[6] kendisine görev verecek olan İngiltere’ye şu mesajı çekiyordu: Eğer İngilizler Anadolu için sorumluluk kabul edecek olurlarsa, İngiltere yönetiminde bulunan tecrübeli Türk valileriyle çalışmak gereğini duyacaklardır. Böyle bir yetki çerçevesinde hizmetlerimi sunabileceğim uygun bir yerin mevcut olup olamayacağını bilmek isterim?” dedi ve kendisini Karadeniz Ordusu’nun başındaki Korgeneral Harington ile görüştürmesini istedi.”[7]

 

1918 yılı başında Rusya’da İngiliz Lawrence’ye, “Pan-Türkizm peşinde koşan İttihatçı Parti’nin içinde güçlü bir pozisyon elde ettiğini ve onları istediği gibi yönlendirebildiğini,”[8] söyleyen M. Kemal, 1919 yılı başında Osmanlı Savaş Bakanlığı’nda İngiliz Kontrol Subayı olarak görev yapan ve aynı zamanda İngiliz İstihbaratının M16 İstanbul sorumlusu J. G. Bennett’e, şu çarpıcı mesajı iletiyor: Anadolu’da “İngiliz kontrolü altında bir Türk ordusu kurmak,” istiyorum. İngilizcesi aynen şöyle: “…to whom he suggested the idea to organize a Turkish army under British officers.”[9] Bu belgelerin ortaya çıkmasıyla, onun 1919’da İngilizlerle yaptığı gizli anlaşma deşifre olmuştur.

 

İttihatçı gelenekten gelen ve Anadolu’da “İngiliz kontrolü altında bir Türk ordusu kurmak,” istiyorum diyen M. Kemal ve devşirme İttihatçı arkadaşları birer yurt hırsızlarıdır. Uygarlık güçlerin yardımlarıyla soykırımdan geçirdikleri Ermenilerin, Rumların, Süryanilerin, Kürtlerin ülkelerini çaldılar. Avrupalıların Türkleştirme projeleriyle insanları Türkleştirdiler. Mimar Tanrının tarihsel projeleriyle Siyonistlerin bir ‘Yahudi halkı icat ettikleri’ gibi, bir Türk milleti icat ettiler. Çaldıkları ülkelerinin isimlerini yasakladılar. Dillerini yasakladılar. Kültürlerini yasakladılar. Köylerinin, kasabalarının, şehirlerinin isimlerini değiştirdiler. Birçok Kürdün soy ismini “Türk” diye değiştirdiler. Köylerini, kasabalarını yaktılar. Bu coğrafyada yaşayan yerli halkların celladı oldular. Bu kadar soykırımları, bu kadar zulmü ne İngilizler ne de Amerikalılar başlarına yağdırabilirlerdi. Ancak onların vekalet savaşçıları olan devşirme Türk ordusu bütün bunları yapabilirdi! “Biz de sizdeniz” diyerek halktan birileri gibi görünerek bu kadar soykırımları, bu kadar zulmü yaparak ülkelerini çaldılar.

 

Dagobert von Mikusch:

“M. Kemal’in İngilizler’le gizli bir anlaşma yapmakta olduğunu ve bu anlaşmanın daima da gizli kalacağını,”[10] yazmaktadır.

 

Osmanlı’nın çöküşü, plan ve anlaşma çok daha öncelere dayanmaktadır. Rothschild Hanedanı’nın Britanya’dan Selanik şehrinde oturan Sabetaycı cemaate 1870’de gönderdiği heyetin onlarla antlaşması, her bir cemaata bir okulun açılması, bu okullarda Musevi dinin ilkeleri ve Avrupa merkezci Türk milliyetçiliği ile yetiştirilen İttihat Terakki kadrolarını Osmanlı padişahın iktidarına 1908’de ortak yapmalarıyla başlatıldı. Batı kapitalist dünyasında, İmparatorlukların yıkılıp yok oluş süreçlerinde, yeni kurulacak olan ulus-devletler bu kapitalist sisteme nasıl ve hangi güvenli kadrolarla bağlanacaktı? Britanya hegemonyasına yarayan Avrupa merkezci milliyetçiliğin resmi tarihini başlatan Fransız modelinden esinlenen İttihatçılara Anadolu’da kurulacak Türkçü bir ulus-devlet projesine diktatör bir figür arıyorlardı. Onu da çocukluktan beri yetiştirmişlerdi. Şimdi görev veriyorlardı. M. Kemal ulus-devlet çağında, İngilizlerin tarafında durursa ona da bir ulus-devlette diktatörlük görevi vereceğinin farkındaydı. Bu yüzden kendi padişahına ihanet ederek İngilizlerin projeleri çerçevesinde Filistin Cephesi’nde savaşmadan ordularını geri çekerek Osmanlı’nın yenilgisi hızlandırmıştı. O, bu görevi kendisine versinler diye, “İttihatçı Parti’nin içinde güçlü bir pozisyon elde ettiğini ve onları istediği gibi yönlendirebileceğini… İngiliz kontrolü altında bir Türk ordusu kurmak istiyorum” diyerek İngilizlere adeta yalvarmaktadır. Bütün mesele bu.

 

Peki İngilizler neden özellikle M. Kemal’i seçtiler? derseniz; birincisi, Selanik’teki Sabetaycı cemaatin okullarında Musevi dinin ilkeleri ve Avrupa merkezci etnik temelli ayrımcılık olan Türk milliyetçiliği zihniyetiyle yetiştirilmiş biri olması. İkincisi, Alman askeri disipliniyle yetiştirilmiş biri subay olması. İttihatçı gelenekten gelen, dış etkilerle şekillenen ve çoktan beri casuslarla birlikte İngiliz çıkarları için çalışan biri olması.  Üçüncüsü, merkezi komutaya bağlığı ve sadakati. Dördüncüsü, mantığına başvurmayan, merkezi komutaya kanı ve canıyla bağlı, sadakatli olanların mutlaka kişilik bozuklukları vardır, doğru davranışlarda bulunmaz özeliklerine sahip olması. Dikkat edin, Hitler, Mussolini, Franco diktatörlerde de kişilik bozuklukları vardır. Bu bir tesadüf değil. Uygarlık güçleri, halklara büyük katliamlar, soykırımlar yapacakları her tarihi dönemeçlerde bu tür kişileri iktidara getirip kullanıyorlar.

 

Sabetaycı yazar Ilgaz Zorlu, Selanik’teki cemaat üyesi aile çocuklarının gitti bu okullarda okuyan M. Kemal için şöyle diyor:

”Atatürk de sadece cemaat üyesi kişilerin kabul edildiği bu okulda bir süre okumuş ve orada verilmeye çalışılan Batı anlayıştan etkilenmiştir, bunu daha sonraki fikirlerinde de görmekteyiz.”[11]

 

Enver orduları cephelerden geri çekme karşılığında para alıyor

 

M. Kemal’in neden başında bulunduğu 7. Orduyu Filistin Cephesi’nden geri çektiğini daha iyi anlayabilmek için, İttihatçı önderlerin 1918 yılın başından beri İngilizlerle gizlice İsviçre’de görüşüp anlaştıkları ve ordularını üç cepheden geri çekmeleri karşılığında kendilerine büyük ödemeler yapıldığına dair Balfour Deklarasyonu’ndaki belgelere bakmamız gerekiyor:

“Enver Paşa 27 Ocak 1918 tarihinde Cenevre’ye dolaylı yoldan da olsa gelmiş, İngiltere Dışişleri Bakanı Lloyd George’un temsilcisi olan silah tüccarı Zaharoff ile bilmen kaçıncı kez görüşüyor, Osmanlı ordularını Çanakkale Boğazı ve Marmara Deniz’inden çekilmeleri karşılığında on milyon dolar, Filistin Cephesi’nden çekmeleri karşılığında iki milyon dolar ödeneceği üzerinde anlaşmışlar. İki milyon tutarındaki Britanya parası hâlâ Zaharoff’un banka hesaplarındadır. Lloyd George, Abdülkerim ile bir daha karşılaştığı zaman bu parayı ona (Enver’e) ödemesini söyler. Başbakana göre, Britanya’nın yaklaşımındaki samimiyeti kanıtlamak, bu nispeten küçük tutarı tehlikeye atmaya değecektir.” Abdülkerim, Enver’in adamıdır, Zaharoff ile arasında arabuluculuk yapmaktadır. Çünkü Enver, İsviçre’de Zaharoff ile görüştüğünü, paranın kendisine ödendiğini kimsenin görmesini ve bilmesini istememektedir.’[12]

 

“Meşruiyet ilan edeceğiz. Özgürlük, eşitlik, vatan” palavralarıyla halkı kandırıp aldatarak 1908 ve 1909’deki askeri darbelerle iktidara gelen İttihat Terakki Partisi, hem devleti Birinci Dünya Savaşı’na sokup yerli halklara  çok büyük soykırımlar yapmışlardı, hem de on yıl içinde Osmanlı gemisini batırmışlardı. Şimdi batan gemiden kaçmaya çalışıyorlardı. Enver’in, M. Kemal’in askerlerini Filistin cephesinden çekeceğinden İngilizlerle yaptığı gizli antlaşmadan dolayı haberi olmasına rağmen, yurt dışına kaçacağı hafta suçunu örtercesine Fevzi Paşa’ya “M. Kemal Paşa ordusunu bırakıp kaçmış, hemen kurşuna dizilmesi için emir vereceğim.”[13] diyordu.

 

Talat Paşa da bir Alman gemisiyle Enver’le birlikte yurt dışına kaçarken arkada kalan İttihatçılara, “Bundan sonra Mustafa Kemal’in emrindesiniz.” diyerek talimat vermiştir. Görülüyor ki, her şey önceden planlanmış; batan Osmanlı gemisini terk edip yurt dışına kaçan Enver ve Talat Paşalar İngiltere’den kendi sülalesine yetecek kadar yüklü bir para almışlardı. Silah tüccarı Zaharoff ödemeyi İsviçre’deki Banka hesaplarına yatırmıştır. Enver Paşa anlaşmanın ortaya çıkmaması için şeytanın bile aklına gelmeyecek şekilde her türlü önlemi almıştır; Zaharoff’a, Paris’e dönünce “Enver’in son anda anlaşmadan vazgeçtiğini, paranın bir kısmını, beş milyon Fransız frankını Zaharoff’un Paris’teki hesabına havale edildiğini”[14] söyletmesi de anlaşmanın bir parçası olarak görüldüğünde, Enver’in bu anlaşmanın ortaya çıkmaması için her tür yolu denediği ortadadır. Enver’in temsilcisi Abdülkerim kendi payına düşen 500.000 doları geri iade etmez.[15] Çünkü o anlaşmanın şartları daha sonra olduğu gibi pratiğe uygulanmıştır. İttihatçıların lideri Enver’in İngilizlerle anlaştığı gibi Filistin Cephesi, Marmara Denizi ve Çanakkale Cephelerinden Osmanlı ordularını geri çekmişlerdi. İttihatçıların başına gelecek olan M. Kemal’a da Osmanlı’nın mirasını bırakacaklardı. Nasıl olsa halk çok cahil ve enayiydi; kendisine bu kadar kötülük yapan İttihatçıları tekrar iktidara getirecekti. Ve nitekim İttihatçıların 1908’deki darbe girişiminden beri yüz yıldır ülke hep İttihatçı zihniyetin askeri darbeleri, darbe girişimi, siyasi soykırım operasyonları ve suikast girişleriyle yönetiliyordu. Tarih hep aynı olaylarla tekrarlanıyordu. Ama toplum cahil olduğu için bu tarih olayların bir türlü bilincine varıp yüzleşemiyordu.

 

İngiliz valisi Ankara’da iktidara getirildi

 

M. Kema’in Filistin Cephesi’nden ordularını geri çekmesi ve Filistin, Hicaz Cephelerin çökmesi üzerine, 30 Ekim 1918’de Mondros Ateşkes anlaşmasıyla Osmanlı‘ya ölümünü Rauf Orbay eliyle imzalatan İngiltere,[16] İstanbul hükümetini Ankara’ya taşıncaya kadar, sadece bir süreliğine (1918-1923) Anadolu valisi olacak olan ve en az Enver Paşa kadar suçlu olan İttihatçı Mustafa Kemal’a Lozan’da devlet güvencesi verinceye kadar bazı şehirlerini işgal ettiler. Hiç kimseye fazla bir şey sezdirmeden doğal bir şekilde M. Kemal’in rejimini tam teşkilat kurduktan ve Lozan antlaşmasıyla uluslararası devlet güvencesi ile birlikte Osmanlı mirasını kendi valilerine devrettikten sonra, İngilizler Anadolu’dan gözle görülen işgalci askerlerini kendiliğinden geri çektiler. Ülkenin tek sahibi yaptıkları M. Kemal’a sömürge bölgelerini gönül rahatlığıyla teslim edip, 2 Ekim 1923’de İstanbul’dan ayrılırlarken, kitaplara yazılmayacak tarihi bir fotoğraf ortaya çıkıyordu: İngiliz Goldstream Bandosu gemiye doğru yürürken, “Mustafa Kemal Komutanımızdır!..”[17] parçasını çalıyordu ve ülkede oturanlarla alay edercesine güle oynaya gittiler.

 

İstanbul hükümetini, Ankara hükümetine teslim eden İngilizler, güle oynaya gittikten dört gün sonra, 6 Ekim 1923 tarihinde sanki ülkeyi İngiliz işgalinden kurtarmışlar gibi, kurtarıcı “Kahraman Türk Ordusu” gösterişli bir kutlama töreniyle İstanbul’a giriyordu.

 

Sahte resmi tarihe, “İngilizlerin eline geçen Türkiye’yi Kurtuluş Savaşı’nda M. Kemal’in kurtardığı” yazıldı ve dış güçlerle iş birliği yapan o ülke hırsızını, vatan hainini, halkların katilini kahraman ilan edilerek her tarafa heykellerini diktiler. Bu kadar körlük, ancak uygarlık güçlerine çalışan Türkiye’ye yakışırdı. İngilizler, Yahudi Türkologlar devşirme Türklere sahte bir Türk tarihi yazmak için seferber oldular. Sömürge valisi Türk değildi, “Atatürk” soyadını kayarak devşirme Türklerin atası yaptılar. Sahte Türk tarihi, sahte güneş dil teorisi, Türk olmayanları Türkleştirerek sahte, yapay bir Türklüğü yaratmak, “Bir Türk dünyaya bedeldir! Ne mutlu Türküm diyene!” uydurmaları İngilizlerin de işine geliyordu ve ellerinden geldikçe sahte tarihin zenginleşmesinde yardımcı oluyorlardı. Nasıl olsa anlaştıkları “Anadolu valisinin Türk Ordusu” onlara çalışacaktı. Türkleştirilen yerli halklar ve göçmenler ne kadar kendi geçmiş kültürlerinden uzaklaştırılıp Türk ulus-devlet içinde asimilasyon politikalarıyla eritilirlerse, o kadar kendi insanlıklarından yabancılaştırılmış olurlardı ve Batı kapitalist sistemini Doğu’da koruyan parasız ordusu durumuna getirmiş oluyorlardı. Valinin onlara çalıştığını yeni yazılan sahte tarih ve oluşturulan yeni hafıza sayesinde bilmeyeceklerdi. İşte ulus-devlet çağında İngilizlerin modern sömürgeciliği böyleydi; onlara toprak lazım değildi, masraflı olan işgalci askerlerini de sömürge bölgelerde konumlandırmak istemiyorlardı, o ilkel sömürgecilik gerilerde kalmıştı; şimdi gizli ajanlarını o ülkeyi yönetecek bir konuma getireceklerdi; o ülkenin yeraltı yerüstü kaynaklarını sömüreceklerdi. Bu, onlara yeterdi.

 

Mondros Mütarekesi’ni Osmanlı devleti adına imzalayan Rauf Orbay, M. Kemal’in yakın arkadaşıydı ve Ankara Hükümeti kurulduktan sonra ona başbakanlık görevi verilerek ödüllendirildi.

Mondros Mütarekesi‘nden sonra İtalya’nın İstanbul Yüksek Komiserliği’nde çalışan (1918-1919) ve daha sonra İtalya Dışişleri Bakanlığı görevinde bulunmuş olan Kont Carlo Sforza, Mondros Mütarekesi‘nden bahsederken; ‘Osmanlı Boğazlar Genel Komutanlığı, Çanakkale Boğazı Komutanlığı ve öbür ordu Komutanlıkları lağvedecekti. Ama her nedense İngilizler her şeyin kontrollerinde olduğunu görüyorlarmış gibi kara ordusuna karşı oldukça ılımlı davranıyorlardı. Dağıtılması gereken orduyu (M. Kemal’in emrine verecekleri için. A.R.) dağıtmıyorlardı. Donanma’nın hemen teslimi istendiği halde kara ordusunun ortadan kaldırılmasını veya silahların hemen teslim etmesinden bahsedilmiyordu. Bilakis sadece seferberliğin ortadan kaldırılmasını talep ederken, dahilde asayişin temini ve sınırların muhafazası ve bunun için lazım gelen ordu miktarı dışında, orduların görevlerini bırakmamalarına göz yumuyor.’

 

Kont Carlo Sforza, bunda planlı bir gizli maksat görüyor: ”İngiltere Hükümeti, Osmanlı Devleti’nin mirasçıları arasında şimdiden bir ihtilaf görüyor ve alışıla gelen ikiyüzlü siyasetiyle şunu istiyor: ‘Eğer müttefiklerin talepleri İngilizleri sıkacak bir şekil alırsa, henüz karşı koyma kabiliyeti olan Türkleri kendi menfaatleri için kullanabilir bir mevkiye koyabilsinler.’”[18]

 

Sforza’nın analizine göre, Mondros Mütarekesi ile Osmanlı’nın ölüm fermanını imzalandığı gün, Padişah’ın artık Anadolu’da kendisine bağlı bir ordu teşkilini hayalinden bile geçirmediği zamanda bile İngilizler, bu ‘uygarlık yıkıcı Türk ordusunu‘ nasıl şekillendireceklerini ve başına hangi valiyi tâyin edeceklerini çoktan planlayıp düşünmeye başlamışlardı. Bu kişi M. Kemal’dan başka birisi değildir.

 

Sultan Vahidettin ve Sadrazam Ferid Paşa, İngiliz Konsolosluğuna sık sık gidip gelen M. Kemal’i, “Memlekette büyük şöhreti vardır. İtimat edilecek namuslu bir adamdır.” diye İngilizlerin adamını İngilizlere önerip Anadolu’ya göndermeye çalışırken, M. Kemal de İstanbul’da İtilaf Hükümetleri ileri gelenleri ile görüşmelerde bulunuyor ve onlardan talimat alıyordu.[19]

“O sırada İstanbul’da görevli İngilizlerin M. Kemal’e ilişkin görüşleri arasında büyük çelişkiler bulunduğu göze çarpmaktadır. İngiliz Haber alma subayı Yüzbaşı Hoyland‘ın 28 Şubat 1919 günlü raporunda; M. Kemal, aralarında Karabekir ve İsmet İnönü’nün de bulunduğu, İstanbul’dan  sürülmesi ya da görevden alınmaları gereken kuşkulu kişilerden biri olarak gösterilmişti.”[20]

Gene Carlo Sforza’nın anlatımlarına göre, “1919 yılın başında İngiliz ajanların M. Kemal’i tevkif edip Türkiye’den, İttihatçıların sürgün edildiği Malta adasına göndermeyi tasarladıkları söylentisi İstanbul’da yayılmıştı. İstanbul’da her şey biliniyor.”[21]

 

Çelişki gibi görünse de, ortada bir çelişki yoktu. İngilizler, hem Osmanlı subay olarak gördükleri için resmi işlerini Vahidettin üzerinden yürütüyorlardı, hem İttihatçıların yeni önderi M. Kemal ile gizli ilişkileri vardı, hem de ajanlarının daha başarılı olabilmesi için kendilerine karşı savaşıyormuş gibi gösteriyorlardı. Tabi ki, suçlu İttihatçıların İstanbul’da tutuklanıp Malta adasına gönderildiği ve suçlu İttihatçıların dışarıya karşı kendilerini inkâr etmek zorunda kaldıkları bir ortamda; dışarıya karşı İttihatçı olduğunu inkâr eden M. Kemal da, İngilizler de çok iyi rol oynuyorlardı. Her ne kadar İttihatçı olduğunu inkâr etse de, İngilizler’in tutulanacak İttihatçılar “listesinde adı üçüncü sırada yer alıyordu.”[22] Suçlu İttihatçı, bir yerde İngilizlerin söylediklerini yapmak zorundaydı, yoksa insanlık suçu işlediğinden dolayı İstanbul Harp Mahkemesi’nde yargılanıp idam edilecekti.[23]

 

Aslında İttihatçılarla birlikte yaptığı Ermeni soykırımın suçlusu olarak Malta’ya gönderilmesi ya da İstanbul Harp Mahkemesi’nde yargılanması gerekeceği yerde, İngilizler bu suçlu katili alıp kullanıyorlardı. Tıpkı yakın tarihlerde İngiliz ve Amerikalıların Türkiye ve onunla iş birliği yaptırdıkları İslamcı cihatçıları Suriye’deki Beşar Esad rejimini yıkmada kullandıkları ve Aralık 2024’te bu rejimini yıktıktan sonra, Esad’a karşı uzun süre savaştırdıkları El-Kaide, IŞİD ve El Nusra cihatçı örgütlerinde çalıştığı on yıllık süre içerisinde, Ahmet al-Scharaa adıyla sivillere katliamlar yapan suçlu katil eski El-Kaide üyesi ve son olarak HTS lideri olan Mohammed al-Golani’yi neoliberal politikaları, Ortadoğu’nun yeniden dizaynı ve İsrail devletin güvenliği için kullanmak üzere iktidara getirerek, bu cihatçı katil diktatör eliyle Alevilere, Dürzilere ve Kürtlere katliamlar yapmayı planladıkları gibi. Mohammed al-Golani, Batı’lılar tarafından Suriye’de iktidara getirildiğinde hâlâ ABD ve BM’in aranan teröristler listesinde yer alıyordu. Unutmayalım ki, başta İngiltere ve Amerika olmak üzere emperyalist ülkeler diktatörlerini hep katillerden seçerek kullanıyorlar.

 

İkincisi, IŞİD’in 2014’te Şengal’daki Êzîdî Kürtlere, Irak ve Suriye’de özellikle Kürtlerin oturduğu geniş bölgelere vahşet saçıp hâkim olmak istediği ve Avrupa şehirlerine canlı tehdit bombaları patlattıkları bir dönemde; Batı’nın ileri karakolu olarak Türkiye[24], büyük bir ustalıkla IŞİD ile Batı’nın planlanmış bir askeri, siyasi, politik oyununu -M. Kemal dönemindeki gibi- çok güzel oynuyordu; güya NATO’nun IŞİD’e karşı ittifakı içerisinde resmi olarak onunla mücadele eder gibi görünürken, fiilen IŞİD ve El Kaide cihatçı örgütlerle birlik olup, gerçekten IŞİD’e karşı savaşan Kürtlere karşı savaşıyor ve onların üzerine bomba yağdırıyordu. Türkiye’nin; IŞİD, El-Kaide ve El-Nusra gibi cihatçı İslam örgütleriyle çalıştığını ve bu cihatçı örgütlere MİT TIR’larıyla silah götürdüğünü yazıp deşifre eden Can Dündar ve Celal Başlangıç gibi gazetecileri ağır bir şekilde cezalandırmaya çalışarak gerçekleri tahrip etmeye çalışıyordu. Her iki gazeteci de Türkiye’den kaçmak zorunda kaldı.

 

İngilizlerin işgali altındaki İstanbul’da, İttihatçıların Galata’daki Selânik Bankası şubesinde Kasım 1918’de toplandıklarını ve yurt dışına kaçan Enver Paşa yerine yeni önderleri olarak M. Kemal’i seçtiklerini itilaf devletleri biliyorlardı. Ve kendilerine çalışan M. Kemal’in etrafına Osmanlı subaylarından İttihatçıları topladıklarından memnundular. Onların istediği şey de buydu zaten.

 

Mehmet Hasan Bulut, İngiliz Derviş kitabında bu olayı Şöyle anlatıyor:

”İstanbul’un işgali ve azınlıklar yüzünden Anadolu karmakarışıktı. İttihatçılar, Anadolu’da bir hareket planlamak ve harekete bir lider seçmek için Galata’daki Selânik Bankası şubesinde gizlice toplandılar. Rothschild’lerin ortağı olan Allatini ailesine ait Selânik Bankası, 1908 ve 1910’da Fransız, Avusturya ve Osmanlı Bankası’nın iştirakiyle iyice büyümüş ve bankanın merkezi Selânik’ten İstanbul’a taşınmıştı. İttihat ve Terakki Komitesi, Meşrutiyet’ten sonra da mühim kararları almak için çoğu zaman Selânik Bankası’nın bu şubesinde toplanırdı. Toplantıda (İngilizlerin planları çerçevesinde. A.R.) Anadolu Hareketinin lideri olarak Mustafa Kemal seçildi.

 

Bundan haberleri olan İngilizler, ellerindeki tevkif edilecekler listesinde adı üçüncü sırada yer alan Mustafa Kemal’i asayişi sağlamak üzere Anadolu’ya müfettiş olarak göndermesi için Sultan Vahidettin’i iknâ ettiler.”[25]

 

M. Kemal’in Samsun müfettişlik görevini İngilizler ayarladı


Askerlerini Filistin Cephesi’nden geri çekerek Osmanlı’yı yenilgiye uğratan Mustafa Kemal’in ne İttihatçı arkadaşları, ne Batı Rum insanları, ne de devşirme Türkler tarafından İstanbul’da iktidara getirilmesi mümkün değildi. Bunu bilen İngilizler, Osmanlı’yı batıran ve Ermeni, Süryani soykırımları yaparak insanlık suçu işlemiş olan İttihatçılara yeni bir devlet kurmak için M. Kemal’i müfettiş bahanesiyle Samsun üzerinden, -Kürt Mervânî orduların desteğini alan Sultan Alpaslan gibi- Kürtlerin desteğini alması için Kürdistan’a gönderdiler. Tıpkı Kürt ordularını arkasına alan Komutan Sultan Alpaslan gibi Erzurum, Sivas ve Amasya’da kandırılıp aldatılacak Kürt beyleriyle görüştü. Kürtlerin desteklerini arkasına alarak Ankara’da iktidara geldikten sonra, İttihatçı arkadaşlarının yarıda bıraktığı Kürt soykırımlarına başladı.

 

Kürtler hâlâ uygarlık güçlerin bin yıldan beri bu coğrafyada devşirme Türkleri hep ama hep uygarlık yıkıcı güç olarak kullandıklarını anlamış değiller. Ve hep yabancı Komutan Sultan Alpaslan, yabancı Komutan Osman ve yabancı Komutan İttihatçı Mustafa Kemal gibi katillerin peşine takılarak kendi ülkelerini kurtaracaklarını sandılar. Hepsinde de anlamadıkları için büyük yanıldılar. Bir daha yanılmamaları için bu tarihi gerçekleri mutlaka ama mutlaka anlamaları gerekir.


M. Kemal, İstanbul’dan ayrılmadan, İngiliz istihbaratına mensup bazı kimselerle gizlice görüştüğünü birçok kişi gibi, yazar Dagobert von Mikusch da doğrulamaktadır.[26]

 

Aslında Sadrazam Ferit Paşa Samsun müfettişliğine Hamit Bey isminde birini tayin etmiştir. Ancak İngilizler hemen araya girip, o kişinin eski görevinde bırakılması, yerine M. Kemal’in Samsun’a müfettişliğine gönderilmesi için İstanbul Hükümeti’ne başvuruyorlar.

İngiltere elçilik tercümanı Sir Andrew Ryan, İngiltere ve itilaf devletlerin isteği üzerine Türk çetelerin Samsun bölgesinde Rumlara yaptıkları baskıları yerinde incelemek ve gerekirse önüne geçmek için genel müfettiş olarak M. Kemal’in tayin ettiklerini Damat Ferit‘in kendisine şöyle anlattığını yazıyor:

“1919 ilkbaharında Türk Hükümeti Anadolu’da merkez tarafından kontrolü daha iyi düzenlemek amacı ile birkaç genel müfettişlik kurulmasına karar verdi. Tayin ettiği ilk ve güvenilir tek müfettiş Mustafa Kemal’di. Kendisini en seçkin asker olarak göstermiş, fakat bu zamana kadar göze çarpan hiçbir siyasî rol oynamamıştı. İtiraf etmeliyim ki, Damat Ferit benimle Müfettişliğin şeması hakkında konuştuğunda onun adı bana hiçbir şey ifade etmedi. Tasarıya bile güvenmedim ve onun bilgisi üzerinde şüphem olduğunu beyan ettim. Damat Ferit, M. Kemal’le yemek yediğini ve ondan memnuniyet verici sadakat vaadleri aldığını ve bunları bir subayın ve centilmenin yemini olarak kabul ettiğini anlatarak beni temin etti. Ferit’in vaziyetinin çok açık ve samimî olduğunu zannediyorum.”[27]

Bu hakikatler yüz yıldır -sahte tarih ile- halklardan gizleniyor. Cezai yaptırımlar ve Atatürk’e hakaret suçlamalarıyla insanlar susturulmaya, gerçeklerin ortaya çıkmasına engel olmaya çalışılmaktadır. Meğerse M. Kemal, ‘Kurtuluş Savaşı’ adı altında İngilizlere Anadolu’da devşirmelerden oluşan ve ‘İngiliz kontrolü altında bir Türk Ordusu kurmuş!’ Haberiniz var mı? “Haberin var mı taş duvar? Demir kapı, kör pencere, Yastığım, ranzam, zincirim, Uğrunda ölümlere gidip geldiğim, Zulamdaki mahzun resim, Görüşmecim, yeşil soğan göndermiş.” diyen Ahmet Arif’in gibi.

 

35 İttihatçı arkadaşıyla birlikte Samsun’a gidecek olan vapura bindiklerinde, İngiliz askerleri gelip kontrol ediyorlar. M. Kemal’a gelip selam veriyorlar, görüşüyorlar. Vapura cephane bırakıyorlar. Silahlarla dolu iki gemi vapurla birlikte Samsun’a hareket ediyorlar. 19 Mayıs 1919’da Samsun’a varıldığı gün, yüzlerce Pontus Rum katledilerek korkunç bir soykırım yapılıyor.[28] O gün de İttihat Terakki’nin gizli örgütü Teşkilatı Mahsusa çeteleri tarafından Pontus Rum soykırımı başlatılıyor. Yüzlerce Pontus Rum katlediliyor. Samsun’a gönderen bu müfettişin resmi görevi katliamları önlemekmiş! Fakat o katliamları önleyeceği yerde, Teşkilatı Mahsusa çetelerini cesaretlendirip daha fazla katliamlar yapmasına sebep oluyor. M. Kemal Samsun’a ilk ayak bastığı gün İngiliz subaylarıyla bir görüşme yapıyor. Görüşmede ne konuştuklarını bilmiyoruz? Burada birkaç gün kaldıktan sonra Havza’ya geçiyor. İngilizlerin onayıyla Havza’da Sovyet Heyeti ile görüşüyor. Sovyet Heyeti ile -İngilizlerle yediği haltlar gibi-[29] gizli saklı bir şeyi olmadığı için belgeleniyor.

 

Bolşevik heyetine ‘emperyalizme karşı savaşıyorum’ diye kandırıyor

 

Heyetin başında bulunan Miralay Budiyeni’ye, kendisini dost ve mağdur göstererek ülkesini işgal eden emperyalizme karşı savaşmak için silah ve cephane ihtiyacı olduğunu söyleyince; ”Miralay, M. Kemal’e Bolşevik Rusya’nın silah ve cephane ile para yardımı vadediyor, bunun karşılığında müşterek düşmanları olan İtilaf Devletleri’ne karşı Türkleri mücadeleye davet ediyordu. Budiyeni’nin istekleri yalnız bu kadarla kalsaydı, Mustafa Kemal çoktan razı olacak, müzakerelerin de uzun sürüp gitmesine gerek kalmayacaktı. Fakat Rus Miralayının dilinin altında bir şey vardı. Nitekim pek az sonra da baklayı ağzından çıkarmış oluyordu. Miralay Budiyeni, Mustafa Kemal’e şöyle sormuştu:

‘Acaba General Hazretleri, Anadolu’da kurulacak hükümet için nasıl bir rejim düşünüyorlar?’

Mustafa Kemal, Muhatabının maksadını pek güzel anlamış ve hemen şaşırmadan cevabını vermişti:

‘-Tabii Sovyetlerin, Şûralar-Cumhuriyeti’ne benzer bir hükümet tarzı!..’ diyerek (Sovyetler Birliği’nden silah, cephane ve para almak için hiçbir zaman yerine getiremeyeceği sözler veriyor. A.R.)

‘-Yani Bolşevikliğin prensipleri üzerine kurulmuş bir cumhuriyet değil mi generalim.’

‘- öyle olacak!.. Devlet sosyalizmi dersek daha doğru söylemiş oluruz.’

‘- Yalnız sosyalizm, toplumsal sahada hüküm süren bir tarzdır. Biz, sizin komünizmi de gözden geçirmenizi istiyoruz. Ancak Komşunuz Rusya, o zaman size elinden gelen yardımı yapacaktır.’

 

Mustafa Kemal, Miralay Budiyeni’nin peşinen söz almaya çalıştığını görüyor, kendisi için tutulacak yolda yardıma muhtaç olduğunu da unutmuyordu. Sovyet Heyeti Havza’dan büyük bir ümit ile ayrılmıştı. Fakat M. Kemal bunları mükemmelen atlatmıştı. (Dost görünüp düşmanla çalışan M. Kemal, emperyalizme karşı birlikte savaşacağı sözünü verdiği Sovyetler Birliği Heyeti’ni o kadar umutlandırmıştı ki, artık her şeyi onlardan alacağını düşünüyordu. A.R.) Hatta şayet tehlike büyürse, bir Rus Kolordusundan da faydalanacaktı. Havza görüşmeleri, M. Kemal’in düşmanları için, O’nun komünistliği kabul ettiği şeklinde ifade edilmiştir ve dar görüşlüler, büyük Türk önderinin bu kadar basit pazarlıkla, bütün gayelerinden vazgeçeceğini zannetmişlerdi. Bilakis kendisiyle görüştüğüm Fevzi Çakmak, bu olay hakkında M. Kemal’in kendisine:

‘- O zaman bir sırat köprüsü geçmek zorunda idik, meşhur sözdür, köprüyü geçene kadar ayıya dayı dedik vesselâm’ dediğini ifade etmişti.”[30]

 

Bir yıl sonra Bolşevik yönetiminin Dışişleri Halk Komiseri Çiçerin’in politbüro’ya 28 Haziran 1920 tarihinde gönderdiği telgrafta, “Türkiye’deki Mustafa Kemal hükümetine silah ve altın yardımında bulunulmasının Politbüro kararnamesiyle kararlaştırıldığını ve Ankara’ya Rusya Sosyalist Federatif Sovyet Cumhuriyeti’nin ilk Büyükelçi Eliava’nın atandığını” açıklamasıyla Bolşevikler’in ‘Kuvâ-yi Milliye Hareketi’ne silah, cephane ve para yardımı yağmaya başladı.

 

1922-1923’te Boşevikler’in Ankara Büyükelçisi Semyon Aralov’un verdiği bilgiye göre, iki yıl içinde; 54 top, 327 Mitralyöz, 39 bin tüfek, 147 bin top mermisi, 63 milyon fişek, ayrıca geri çekildikleri Kars ve Ardahan’da Rus ordusundan kalan bütün malzemeyi Ankara Hükümetine bırakmışlardı. Nakit olarak on milyon altın ruble, 20 bin altın ve 200 kilo külçe altın yardımda bulunmuşlardı.

 

Emperyalizme karşı savaşacaklarına inandıkları M. Kemal’in yanında savaşa katılmak için Rusya’dan ülkeye gelen Türkiye Komünist Partisi Kurucusu ve Başkanı Mustafa Suphi ve arkadaşları büyük bir hayal kırıklığına uğradılar. Mustafa Suphi  ve 14 yoldaşı Teşkilatı Mahsusa çeteleri (Topal Osman’a bağlı çalışan Kahya Kahya) tarafından 28 Ocak 1921 tarihinde vahşice  öldürüldüler. Öldürme emrini veren M. Kemal, hemen kâğıt üstünde sahte bir “Türkiye Komünist Partisi”ni kurdu ve üye listesine de hiç kimseye haber vermeden İsmet İnönü, Kazım Karabekir,[31] Fevzi Çakmak gibi birçok İttihatçı arkadaşlarının ismini yazdı. Bu listeyi, “Bizim de ‘Türkiye Komünist Partisi’ var” diye Moskuva’da oturan Bolşeviklere gönderdi. Bolşevikler de, M. Kemal’in de artık bir “Türkiye Komünist Partisi” var diye sevindiler ve yardım etmeye başladılar.

 

Sovyetler Birliği çok sonraları gördü ki, Batı, doğuda kendilerine karşı bir ileri karakol kurmuş, hiç haberleri bile olmamış; her şehrinde “Komünizme Karşı Mücadele Dernekleri” kurmuş, başkenti Ankara ise NATO Devletleri istihbarat örgütlerin karargâhı olmuş. Kendilerine karşı savaşıyorlardı. Artık her çok geçti.

 

M. Kemal Havza’da çete reisi Topal Osman’a görev veriyor

 

Sovyet Heyeti’nden sonra M. Kemal, Havza’da Pontus Rumlara katliamlar yapan Teşkilatı Mahsusa elemanı Topal Osman ile görüşüyor, İngilizlerin verdiği silahların bir kısmını ona veriyor. Ona:

”Osman Ağa! İstanbul Hükümeti’nden aksine emir gelmiş olsa bile, sen gene Pontusçular’la sonuna kadar mücadeleye devam edecek ve bunların tenkilinde (ağır cezalandırmasında) bulunacaksın, işine sakın ola ki ara verme, bilâkis hız ver!..”[32] diyen M. Kemal’in asıl resmi görevi, “Samsun bölgesinde Rumlara yapılan baskıları yerinde incelemek ve gerekirse katliamların önüne geçmek” olmasına rağmen, o hiç kimsenin bilmediği gizli İngiliz ajanı olarak Osmanlı subayı görüntüsü adı altında görevini kötüye kullanarak ve tam tersini yaparak yerli halklara İttihatçı arkadaşları gibi katliamlar yapmaya devam ediyordu. Artık teoriyle pratiği birbirine uymuyordu. Resmi göreviyle pratikte yaptığı işler birbirine uymuyordu. Sultan Vahidettin’e, arkadaşlarına, Bolşevikler’e ve halka verdiği sözlerin hiçbirisi pratikte yaptığı eylemlerine uymuyordu.

Topal Osman’nın 29 Mayıs 1919 tarihinde Havza’da görüştüğü M. Kemal’a yanıtı şöyle olmuştur: ”Siz hiç merak etmeyin paşam! Bu Pontus Rumlarına öyle bir tütsü vereceğim ki, eşek arıları gibi boğulup gidecekler.”[33]

M. Kema’in Teşkilatı Mahsusa elemanı Topal Osman’ı Karadeniz bölgesinde Rum ve Ermeni katliamların yürütücüsü olarak kullanıyordu. “Kel, kol kesme ve Rumları yığın halinde çuvallara koyup, taş bağlayarak denizin dibine atması” ve Rum ya da Ermenilerle doldurduğu mağaraların ağzını betonlayarak ya da duman doldurarak içindekilerini öldürmeleriyle ünlüdür.”[34]

 

Teşkilatı Mahsusa, Osmanlı’nın Mondros Ateşkes Anlaşması ile ordusunu dağıtacağı gibi onun gizli örgütünü de dağıtacağını söyleyerek, göstermelik bir kararla 1918 yılın sonunda dağıtıldığını açıkladı. Fakat gerçek böyle değildi; yerli halkların katledilmesi söz konusu oluğunda uluslararası hiçbir anlaşmaya, hiçbir karara, hiçbir yasaya, hiçbir kanuna uymayan devletin devşirme Türk yöneticileri bu karara da uymamışlardı. M. Kemal, İngilizlerin gözetiminde hem Osmanlı’nın dağıtılması gereken orduyu dağıtmadı, hem de dağıtılması gereken Teşkilatı Mahsusa örgütünü dağıtmadı, olduğu gibi devralarak “Karakol Cmiyeti” adı altında kullandı. Yukarda görüldüğü gibi yıllardır Karadeniz bölgesinde yerli halkların katliamlarında kullandıkları Teşkilatı Mahsusa’nın elemanı olan Topal Osman’ı hâlâ kullanıyorlardı. Teşkilatı Mahsusa Başkanı Hüsamettin Ertürk de hâlâ görev başındaydı.

 

O dönemin Teşkilatı Mahsusa Başkanı Hüsamettin Ertürk’ün yazdığı ’İki Devrin Perde Arkası’ kitabında M. Kemal ve İngiliz subay Bennett ile nasıl gizlice çalıştıklarını anlatmaktadır:

”Karadeniz’e açıldıkça, Karadeniz limanlarına sevkedilen silah ve cephanenin miktarı ve ihraç edildiği yerleri, İstanbul’da Hürriyet ve İtilaf Fıkrası mensupları ile onlara bağlı Nigehban Cemiyeti âzasının kimlerle temas ettiklerini İngiliz Kumandan Bennett ile anlaşarak verilen emirleri yerine getiriyor gibi yaparak bize gizli istihbarat vermesini istemiştim.”[35]

Hüsamettin Ertürk, M. Kemal ve onun kurduğu Kuva-yı Milliye Hareketi’ne o kadar iyi çalışıyor ki, “Padişah’a suikast girişimi nedeniyle tutuklandığını” her ne kadar inkâr etse de kendisi anlatıyor:

”Ertesi gün İstanbul gazetelerinde iri puntolarla şu kelimeler okunuyordu: ’50 bin kişilik silahlı kuvvetlere kumanda eden gizli çetelerin başı (Teşkilatı Mahsusa Başkanı), süvari kaymakamı haydut Hüsameddin, dün tevkif edildi. Padişah’a suikast tertip etmek ve hükümeti devirmekle itham edilmektedir.”[36]

Teşkilatı Mahsusa Başkanı Hüsamettin Ertürk, Mahkeme karşısına çıkarıldığında, İstanbul Divanı Harp Reisi Mustafa Paşa kendisine söyle sesleniyordu:

”Adlarına Kuva-yı Milliye diye başlarında büyük lâkab takanların hepsini, o haydutların başı Mustafa Kemal olmak üzere idama mahkûm ettiğimizi de mi bilmiyorsunuz? Onlara yardım etmek de aynı cürümdür. Haydi, marş; cezanızı çekeceğiniz günü beklemeye!”[37]

 

Padişah’a suikast girişimin arkasında İngilizler vardı. Teşkilatı Mahsusa Başkanı Hüsamettin Ertürk’e hâlâ emir veren M. Kemal aracılığıyla İstanbul Hükümetini,  çökertip Ankara Hükümeti’ni güçlendirmek istiyorlardı. Suikast girişimi Ertürk’ün tutuklanmasıyla başarılı olmayınca, daha sonra direkt kendileri İstanbul Meclis’ini basıp dağıtarak, milletvekillerinin Ankara Meclis’ine gitmeleri için baskı yaptılar. Kemalistler bu gerçekleri tahrip edip, İngiliz subayı Bennett’in M. Kemal’a suikast girişiminde bulunduklarına dair sahte belgeler hazırladılar. Bu sahtekârlıkla hem ajanlığını gizliyorlardı, hem halkı kandırıyorlardı, hem de “emperyalizme karşı savaşan M. Kemal İngilizlerin hedefinde” diye göstererek Sovyet Birliği’nden cephane ve para aldılar.

 

Başbakanlığı döneminde devlet hazinesini soyup Amerika’da lüks bir otel açan Tansu Çiller, devletin faili meçhul cinayet ve katliamlarında kullandığı ve Susurluk kazasında ölen gizli çete reisi Abdullah Çatlı konusunda, devletin katil çetelerini kahramanlaştıran övgüsünü 26 Kasım 1996 tarihinde şöyle dile getiriyordu:

“Bu ülke uğruna, bu millet uğrana, bu devlet uğruna kurşun atan da, kurşun yiyen de bizim için saygıyla anılır, onlar şereflidirler.”


İşte devletin kuruluşunda Yahudi M. Kemal’in kullandığı katil çete başı elemanı Topal Osman’dan, Yahudi Tansu Çiller döneminde devletin kullandığı katil çete reisi Abdullah Çatlı’ya kadar devşirme Türklerin yönettiği devletin kendi vatandaşlarını hem resmi ordu, hem de paramiliter güçler tarafından gizlice katledip öldürme zihniyeti hiç değişmemiştir. Birinci Dünya Savaşı'nda Ermeni, Süryani ve Rum soykırımlarını gerçekleştiren suçlu İttihat Terakkicilerin zihniyeti değişmediği, bu soykırımlarla ciddi bir şekilde yüzleşip anlaşılmadığı, aşılmadığı ve bu devleti devşirme Türkler yönettiği sürece hiç değişmeyecektir! Tarihsel gerçekler çok açık gösteriyor ki, devşirme Türklerin düşmanla anlaşmış bir şekilde iktidara getirilmiş düşman olduğunu anlayıp kavramadan bu coğrafyaya barış ve demokrasi gelmez.


2025 yılında Ankara Büyük Şehir Belediye Başkanı ve MHP’den CHP’ye geçen ülkücü Mansur Yavaş, İttihat Terakki Cemiyetin suçlu önderlerinden biri olan Talat Paşa’nın anısını yaşatmak için Talat Paşa Bulvarı üzerinde anıt yerleştirerek, bu kadar zaman geçmesine rağmen insanlık suçu sayılan soykırımlarla yüzleşmek bir yana, büyük insanlık suçu sayılan Ermeni, Rum ve Süryani soykırımlarını yapan eli kanlı devşirme Türkçü İttihatçıları övünçle anmaktadır. Enver Paşa, Talat Paşa, Cemal Paşa ve Kasım 1918’de İttihatçıların yeni önderi M. Kemal gibi İttihatçı liderler soykırımdan geçirdikleri Ermeni, Rum ve Süryani halkların mallarına, mülklerine ve zenginliklerine çökmüş tarihin en büyük ülke hırsızları ve soyguncularıdır. MHP’den ayrılan ülkücü arkadaşları, ulusalcı Kemalistler ve Türk solcuları gibi hiç insanlığından utanmadan soykırımcı İttihatçıların yolunda gideceğini bağıra bağıra dile getirmektedir. İşte başkent Ankara’da Talat Paşa Bulvarı’nda yüzyıldır bu işgalci, katliamcı, soykırımcı, ırkçı, İttihatçı gelenek günümüze kadar sürüp gelmiştir. Türkiye’de hiç değişmeyen bu soykırımcı kafa yapısı para ediyor ve zenginlik getiriyor devşirme Türklere.


İngilizlerin kendi ajanlarını geri çekme siyaseti

 

Şimdi sıra İngilizlerin M. Kemal’in Anadolu’da kuracağı örgütü; yani Sovyetler Birliği ve halka güven verip kandıracağı ve güya emperyalizme karşı savaşacağı iddia ettiği ‘Kuvâ-yi Milliye Hareketi’ni desteklemeye gelmişti. Samsun’daki Yüzbaşı Hurşt sık sık Havza’daki M. Kemal’i ziyaret ediyor, konuşuyor, bilgi alıp İstanbul’a raporlar yazıyordu. Son raporunda, “Durumun fena bir gelişmede olduğu hissi ile Havza’dan ayrıldım. 30 Mayıs tarihli mitingde M. Kemal’in hazır bulunması istifasını haklı göstermeye yetebilir.” diyerek görevden alınması mesajını iletiyordu.

 

İngilizler, kendi istekleri doğrultusunda padişah üzerinden görevlendirerek Samsun bölgesine gönderdikleri “M. Kemal’in geri çağrılması için harekete geçmişlerdi. General Milne adına 6 Haziran 1919’da Harbiye Bakanlığına verilen yeni bir nota ile M. Kemal’i ve kurmay heyetinin derhal İstanbul’a çağrılması istenmişti. İngiliz komutanına göre, o günkü koşullar içinde tanınmış bir generalin emrindeki subaylarla Anadolu’da dolaşması kamuoyunda huzursuzluk yaratacak nitelikteydi. Ayrıca askeri yönden de onun bir çalışma yapmasına gerek yoktu.”[38]

 

Samsun, İtilaf Devletleri’n işgali altındaydı, isteseler M. Kemal ve beraberindeki İttihatçı arkadaşlarını tutuklayıp İstanbul’a gönderebilirlerdi. Ama bunu yapmıyorlardı. El altından, fazla belli etmeden gizlice adamlarına yardım ediyorlar, işlerini kolaylaştırıyorlardı. Bu haber İstanbul’da duyulur duyulmaz İngilizlerin beklediği gibi herkes bu haberin üstüne atladı: M. Kemal İngilizlere kafa tutuyor, emperyalizme karşı savaşa hazırlanıyor. Birden İtilaf Devletleri’n işgallerine ve düşmana teslim olmuş olan son Osmanlı Padişahına karşı mücadele etmeye başlayan M. Kemal’in kahramanlık hikâyeleri yazılmaya başlandı. Halbuki İngilizler bu satranç hamlesiyle bir taşla birkaç kuş birden vurmak istemişlerdi. Hem İstanbul Hükümeti ile arasını açıyorlardı, hem M. Kemal’in eline, “düşmana teslim olmuş Vahidettin Padişah bir vatan hainidir” dedirterek vatan hainliğini Sultan Vahidettin’in üstüne atarak kendisini kahraman gösterecekti, hem çok çabuk etrafında kendisini Ankara iktidarına taşıyacak Kuva-yı Milliye Hareketini oluşturacaktı, hem Anadolu’da kendilerine çalışacak olan valileri M. Kemal’i düşman bildikleri Bolşeviklerin silah ve cephaneleriyle donatacaklardı,[39] hem de savaşçı Kürtleri emperyalizme karşı savaşan M. Kemal’in etrafına daha kolay toplatacaklardı.

 

İngilizler, siyaset gereği ‘aleyhimizde çalışan M. Kemal’i geri çağır’ diye sürekli padişaha üzerinde baskı yapıyorlardı. Erzurum, Sivas Kongreleri ve Amasya Bildirgesi ile Misak-ı Milli programını ilan etmesi ve Kuva-yı Milliye Hareketi kurulunca, bu kez bir taraftan bu hareketin güçlenmesi için el altından destekliyorlardı, bir taraftan dağıtılması için Sultan Vahidettin’e daha fazla baskı yapmaya çalışıyorlardı. Padişah, Kuva-yı Milliye aleyhinde konuşmaya başlayınca, M. Kemal “vatan hainliğini” Komutanı olduğu padişahın üstüne atarak düşmanla iş birliği yapan “vatan haini” diye ilan etmeye başladı. Evet, ömrünü tamamlamış Osmanlı tarihin geri dönüşü olmayan çöplüğüne yuvarlanıp gidiyordu ama düşmanla iş birliği yaparak, bu ülkeyi Osmanlı devletinin da daha da gerisine götürecek antidemokratik devlete dönüştürmek ve Anadolu halkların geleceği ile oynamak vatan hainliği değil de neydi? İhanet ettiği padişah “vatan haini” oluyor da; kendi padişahına, kendi halkına ihanet ederek, tuzaklar hazırlayarak ve gelecekleriyle oynayarak İngilizler’le gizlice iş birliği yapan M. Kemal “vatan haini” sayılmıyordu.

 

Aslında İngilizlerin “Türkçü bir ulus-devlet projesini” Anadolu’ya uygulayan, önce İtilaf Devletleri ile ittifak yapmasınlar ve Ankara Hükümeti uluslararası devlet güvencesi alıncaya kadar “Kürtlerle eşit bir ortaklık kurulacağını, kendi bölgelerinde kendilerini yönetebileceğini” söylemlerini dile getiren ama Lozan’dan sonra, “Kürt diye bir şey yoktur, hepimiz Türküz” söylemleriyle Kürtlere ihanet ederek, kimliklerini inkâr eden M. Kemal hem Kürtlerin hem de Türklerin yüzyıllık geleceğiyle oynayarak tarihin en büyük vatan hainliğini yapmıştır. Bu nedenle bu yüzyılda başta Kürt sorunu, Türkleştirme, Kürt soykırımları, Alevi katliamları, demokratikleşme, barış yerine savaş, askeri darbeler, darbe girişimleri ve kadın sorunu olmak üzere bu ülkenin bütün sorunları kangrene dönüşmüş bir durumdaydı.

 

Nitekim İngilizlerin M. Kemal’in elindeki “Türkçü ulus-devlet projesi” gizlice yürüyordu. İttihatçı gelenekten gelen dış etkilerle şekillenen ve dış güçlerle birlikte çalışan M. Kemal gittiği Erzurum, Sivas ve Amasya’da kongre toplantılarından önce İngiliz subaylarıyla görüştü.

“İngiliz Albay Alfred Rawlinson, Erzurum’a Mustafa Kemal’den önce gelmişti. Bir zamanlar Osmanlı topraklarında casusluk yapan Sir Henry Rawlinson’un oğluydu. Bababası aynı zamanda Lawrence’ı arkeolog olarak Türkiye’ye gönderen Filistin Keşif Fonu’nun bir mensubuydu. Albayın görünüşteki vazifesi, Mondros Mütâreke şartlarının  tatbikine nezâret etmek ve Doğu’daki Türk Ordusuna ait silahların envaterini çıkarmaktı. Hakikatte ise Tiflis’teki İngiliz ordusunun gönderdiği silahları Kars üzerinden Türklere verilmesini sağlamaktı.[40] Erzurum Kongresi başlamadan önce Mustafa Kemal ile uzun uzun konuştular. Kongre’nin son günü, yani 7 Auğustos 1919’ta şehirden ayrılmadan evvel Mustafa Kemal ile üç buçuk saatlik bir görüşme yaptı. Geleceğe dair ihtimâllerden ve Milliyetçi Hareketten bahsettiler. Mustafa Kemal ona (istedikleri gibi A.R.) Kongrenin İstanbul idâresini tanımadığını ve Milli Hareketin aslında ihtilâlci olduğunu söyledi.

Görüşmenin ardından Rawlinson, rapor vermek üzere önce İstanbul’a, oradan da Londra’ya gitti. Hârbiye Nezâreti’ne raporunu sunup, M. Kemal’in yükseleceğini daha 1913’te tahmin eden Erkan-ı Hârbiye Reisi Sir Henry Wilson ile görüştü. Ona (M. Kemal’in) Milli Hareket hakkında malûmat verdi. Ardından Dışişleri bakanı Lord Curzon ile görüştü. Konu daha çok Mustafa Kemal’in şahsiyeti ve Sultan’ın hükümetine karşı yapacağı ihtilâl ve kurulacak bir cumhuriyet hakkındaydı. Görüşmelerin ardından Rawlinson, (henüz Ankara Hükümeti kurulmadığı için. A. R.) gayrıresmi bir görevle Mustafa Kemal ile görüşmek üzere tekrar Türkiye’ye gönderildi.”[41]

 

Halifeliği sürdüren İstanbul Hükümeti’ne karşı gösterişli Batı laikliğini getirecek olan Ankara iktidarının temellerini atacağı Erzurum, Sivas kongrelerinde ve Amasya Protokolü’nde savaşçı Kürt aşiretlerin gücünü arkasına almak için -tıpkı Havza’da Bolşevik Heyeti’ne verdiği sözler gibi- sözünde durmayacağı ortak vatan, eşitlik ve özerklik sözü verdi.


Uygurlık güçleri her yeni devlete yeni bir başkent kurar

 

Büyük Sargon, Sümer şehir beyliklerini yıkıp, aynı ülkede Semitik tüccarlara tarihte ilk defa Akad adında bir devlet kurunca başkenti değiştirdiler. Nippur yerine, kendisine Agade adında yepyeni bir başkent inşa ettiler.


Firavun dönemin Mısır’ında da aynı şeyler yaşandı. Hepat Güneş Tanrıca ismini taşıyan ve gelişmiş Aryen kültürüne sahip Mitanni prensesi Taduhepa, Mısır’a gelin olarak gittiğinde (M.Ö.1365), “güzel geldi” anlamında Nefertiti ismini alır. Evlendiği 4. Amenofis M.Ö. 1353 yılında Fıravun olarak tahta oturunca Nefertiti de kraliçe konumuna yükselir. Bu sadece bir evlilik değildir; Kuzey Mezopotamya kültürün Mısır“a taşırması anlamındaydı. Nitekim evlendiği Mitanni genç kadının, tarihçilerin ateşten gelen Huşeng dedikleri ikinci Zerdüşt Brahim’in tek tanrı kültüründen etkilenen Amenofis, kral olmasının beşinci yılında Mısır’da devrim niteliğinde büyük gelişmeler yaşanmaya başlar. Tapınaklardaki hizmetçilerine ay Tanrısı Aten/Aton dışında bütün putları kırdırarak putperest Amon-Ra dinsel inancına son verir. Onun yerine Güneş Yuvarlağı anlamına gelen ve o bölgede en büyük Tanrı olan Aton Ay Tanrı inancını ilan eder.

 

Gelgelelim yüz yıllardır statükocu bir konuma sahip olan ve vergi ödemekten muaf olan Amon tapınak rahiplerin fırsat buldukça süren entrikaları, komploları ve manipülasyonları 4. Amenofis’in yeni paradigmasına engel olmaya çalışırlar. Bunun üzerine eşi Nefertiti’den cesaret alan ve etkilenen Fıravun devrim niteliğindeki yeni gelişmeleri pratiğe uygulamak için hem Tanrı’nın hizmetkârı ismini, hem de başkenti değiştirmek zorunda kalır. “Amon-Ra’nın hizmetkârı“ anlamına gelen 4. Amenofis ismi yerine, Akhenaten (Aten’in hizmetkarı) ismini alır. O dönemde Mısır hazinelerine bakan komplocular “Hiyerarşisi bir erkek grubun” oluşturduğu uygarlık güçleri (Semitik tüccarlar diyorum ben bunlara), Mısır’ın başkenti ve Amon dini inancının merkezi olan Teb şehrini geride bırakmalarını söyledikten sonra, kendisine Akhetaten adında yepyeni bir başkent inşa ederler.

 

Yukardaki iki örnekten anlaşılacağı gibi Akad’lardan beri erkek egemenlik devlet sistemlerinde, her dönemin komplocular Hiyerarşisi bir erkek grubun oluşturduğu uygarlık güçleri, hep yeni kurulacak devlet, eski devletin devamı niteliğinde olsa bile ya da keskin bir paradigma değişikliğinde yepyeni bir başkent inşa ederler adamlarına. “Avrupa’nın kederini idare eden ve birbirlerini tanıyan sadece üç yüz adam,”[42] Mustafa Kemal’a da İngilizler aracılığıyla halifeliği eski başkent İstanbul’da bıraksın diye yepyeni bir başkent ayarladılar.


Ankara’da iktidarlarını sağlamlaştıran İttihatçılar sözlerini tutmadı 

 

İttihatçı Kürt kökenli İsmet İnönü’yü bilinçli bir şekilde Lozan’a giden heyetin başına getirdiler, bir aksilik çıkarsa İnönü, “Ben Kürdüm, Kürtlerin de temsilcisiyim,” diyecekti. Dêrsim Mebusu Diyap Ağa’yı üstü açık Mercedes ile Ankara sokaklarında dolaştıran M. Kemal, Kürt milletvekillerine Lozan’a, “Biz Kürtler Türklerle birlikte yaşayacağız,” diye delegeleri ikna eden telgraflar çekmelerini söyledi. Bunun üzerine bütün Kürt milletvekilleri Lozan’a onun ve İngilizlerin istedikleri gibi telgraflar çekti. Herkese görev verilmişti. Buraya kadar halkları kandırıp dolandıran İttihatçıların Kürtlerle yaptıkları ittifaklar sayesinde mücadelenin kazanıldığı gösterileriyle Lozan’a gidildi. Fakat Lozan’dan gelindiğinde, anlaşma metinlerinde görüleceği gibi, Kürtlerin haklarından hiç bahsedilmedi, onların yok sayıldığı görüldü. Ulus-devlet çağında bir tek herkesin Türk sayıldığı Türklük projesi bırakılmıştı. Lozan antlaşması imzalama aşasına gelince; Musul ve Kerkük kentlerin Irak mandasına bırakılacağına dair tartışmalar Meclis gündemine geldi. M. Kemal İngilizlerin bu isteklerine hiç itiraz etmedi. Fakat Kürt milletvekillerin son gelişmelere büyük tepkiler göstermesi üzerine, bu kez İngilizlerin istekleri çerçevesinde siyasi bir darbe ile Meclis feshedildi ve Misak-ı Milli sınırlarında direnme kararı tek adam rejimiyle geçiştirildi ve sınırların değiştirilmesi gündeme geldi.

 

Biliyoruz ki, Osmanlı’yı ekmek gibi 24 parçaya ayırdıkları bütün ulus-devletlerin sınırlarını nasıl cetvelle çizmişlerse, Türkiye’nin de “Misak-ı Milli” denilen sınırlarını İngilizler cetvelle çizmişlerdi. Bu sınırları önce İstanbul Hükümeti ve halife kabul etmişti, sonra aynı anlayışla Ankara Hükümeti kabul etmişti. Dört yıl sonra İngilizler bu “Misak-ı Milli” denilen sınırların içinden Musul ve Kerkük şehirlerini çıkarıp mandası olan Irak’a bırakıyorlardı. M. Kemal’in buna hiç ses çıkarmaması bir yana, bu kararı adeta onaylıyordu.

 

İngilizler Lozan’da, M. Kemal’e uluslararası devlet güvencesini vermeyi üç şarta bağlamışlardı; a.) halifelik kaldırılacak, onun yerine modern Diyanet İşleri Bakanlığı kurulacak; özellikle bu yüzden İstanbul hükümeti Ankara’ya taşınmıştı. Halifelik üzerine İttihatçıların göstermelik cumhuriyeti kurulamazdı. b.) zengin petrol kaynakların bulunduğu Musul ve Kerkük İngilizlerin mandası olan Irak’a bırakılacak, c) Türkçü ulus-devlet projesinin pratiğe uygulanabilmesi için Kürtler inkâr edilip imha edilecek, artakalanlar siyasi asimilasyon politikalarıyla Türklük içinde eritilecek. O da kedisinden önceki İttihatçıların önderi Enver Paşa’nın yolunda giderek, dış güçlerin şartlarını kabul ederek yerine getireceğine dair söz vermişti.

 

Demek ki İttihatçıların Kürtlerle kurmak istedikleri ittifak Lozan’a kadarmış! M. Kemal Ankara’da iktidarını kurduktan sonra İngiliz valisi olarak İttihatçı arkadaşlarının yolunda giderek Kürtlerin kellelerini kesmeye başladı.

 

Avrupa merkezci Türkleştirme programları devreye giriyor

 

Lozan’dan sonra Türkiye’de faşizm rüzgarlarını estirmek için önce İzmir Suikastı bahanesiyle İttihatçı arkadaşlarını idam etti. Muhalefeti susturdu. Tek adam diktatörlüğünü ilan etti.  Toplumun bir şeyden haberi olmasın diye yerli bilim insanlarını, yazarlarını, felsefecilerini, düşünürlerini susturdu. Toplumun geleceğini yok etti. Almanya’dan kaçıp Türkiye gelen bilim insanlarına, Yahudi Türkologlarına boyun eğdirip, verdiği maaş karşılında Türk ulus-devletin tekçi ve homojenleştirici kodlarını topluma yaygınlaştırmasında yardımcı olmalarını istedi. “Türkçü bir ulus-devlet projesi” yüzünden Kürtleri inkâr edip, İngilizlerin plan ve programları çerçevesinde onları soykırımdan geçirmeye çalıştı. Bu yüzden Kürtler Türkleştirilerek İngilizlerin Anadolu’daki devşirme Türk ordusu durumuna getirmeye çalışıldı. Bu yüzden Alevilere onca katliamlar yapıldı.

 

Eğer İngiliz askerleri ülkeyi işgal etmiş olsalardı; inanın ki, Selanik’li M. Kemal’in İttihatçı zihniyetle kurduğu devşirme Türk ordusu kadar bu coğrafyada bu kadar çok Kürt soykırımları, bu kadar çok Alevi katliamları, bu kadar çok kitle katliamları, bu kadar çok suikastları, işkenceleri, zulmü bu halklara yapmaları mümkün olmayacaktı! Uygarlık güçlerin M. Kemal eliyle Anadolu’da kurdukları Türk ulus-devleti, tam anlamıyla Thomas Hobbes’un ifade ettiği gibi ulus-devlet çağında bu halkların başına bela edilmiş, İncil’de adı geçen Leviathan denen canavardı.

 

İngilizler, Rothschild’lerin isteği üzerine toprakları altında altın rezerveleri bulunan Güney Afrika’daki Boer halkına karşı 1899’da korkunç bir soykırım savaşı başlattılar. O dönemde İskoç Mason Locası prensiplerine göre ve M16‘ya bağlı kurulan “Yuvarlak Masa üyeleri tüm dünyaya yayılarak bulundukları ülkelerin ekonomik ve siyasi liderliğini kontrol altına almaya çalışırlar. Örneğin Boer Savaşında İngilizlere karşı savaşan General Jan Smuts devşirilerek İngiliz monarşisine bağlı önemli askeri, siyasi ve haber alma pozisyonlarına getirilmiştir. Amerika Birleşik Devletleri’ni içeriden ele geçirmek işinde ise Henry Kissinger’in hocası onu zirveye taşıyan William Yandell Elliot vardır.“[42 a]

 

Birinci Dünya Savaşı‘nda İngilizlere karşı Osmanlı ordusunda savaşan ve özellikle Filistin Cephesinde başında bulunduğu 7. Orduyu savaşmadan, 8. ve 4. Orduya haber vermeden Nablus Meydan Muharebesi’nden geri çekerek açıkça İngilizlere çalıştığını gösteren Mustafa Kemal ‘devşirilerek İngiliz monarşisine bağlı önemli askeri, siyasi, ve haber alma pozisyonlarına çok önceden getirilmiştir.‘

 

İşte bu Anadolu ve Kürdistan coğrafyasına ait olmayan ve Avrupa merkezci ırkçı Türk milliyetçiliği ideolojiyle yetiştirilip iktidara getirilen devşirme İttihatçılar, kendilerini iktidara getirenlerin Avrupalılar olduğunu ve İngilizlerin planları çerçevesinde çalıştıklarını gizleyebildikleri ve gerçekleri tahrip edebildikleri ölçüde yerli halkların katliam ve soykırımlarında başarı olmuşlardır.

 

Ahmet Kahraman o tarihi aşamayı birkaç cümle ile şöyle özetliyordu: “Türk devleti, ‘yedi düvelle çarpışa ve savaşarak kazanılan zafer‘den sonra kurulmadı. Birinci Dünya Savaşı sonrasının hükmü büyük olan İngiltere ve yedeğindeki Fransa tarafından kuruldu. Temelleri de hayali savaştan yaratılan zaferden değil, Kemalistlerin 1920’de İngilizlerle yaptığı anlaşma ile atıldı. Devletin tapusu ise 1923’de Lozan’da teslim edildi.“

**

Yukarda açıklamıştık; M. Kemal, İngiliz İstihbarat sorumlusu Bennette’ye, Anadolu’da “İngiliz kontrolü altında bir Türk Ordusu Kurabilirim.” diyordu. Ve gerçekten o coğrafyada yaşayan yerli halkların ruhu bile duymadan Batı uygarlığına Anadolu’da devşirmelerden oluşan bir Türk ordusu kurmuştur. İşte İngilizlerin planları çerçevesinde kurgulanan Türkiye’nin yerli halklara katliamlar, soykırımlar ve zulümler yağdıran cumhuriyetin gerçek yüzü budur. Hâlâ kimse bu uzun vadeli projenin farkına varmış değildir.

 

Bunları neden anlatıyorum? Çünkü Selçuklu devletin kuruluşunda, Osmanlı devletin kuruluşunda, Türk ulus-devletin kuruluşunda hep aynı şeyler tekrarlandı. Bin bir oyunlarla iktidarı hep çok rahat kullanabilecekleri devşirme Türklere verdiler. Uygarlık güçleri, TC’yi nasıl ki M. Kemal önderliğinde Batı’nın ileri karakolu olarak kurup Anadolu halkların başına bela ettilerse; işte tıpkı o şekilde bin yıl önce de Tuğrul Bey önderliğinde Selçuk devletini İslam’ın ileri karakolu olarak Anadolu’ya yerleştirip halkların başına bela etmişlerdi. O gün bugündür bu coğrafyada yaşayan yerli halkların kaderi hiç değişmedi. Hep katliam, katliam, katliam ve sürgünler. Uygarlık güçlerin, uygarlık yıkıcı etmen olarak kullandığı uygarlık yıkıcı Türk egemenlik sistemi bu coğrafyayı bir halklar mezarlığına çevirdi.

 

Türk ulus-devletin kuruluşunda, İngiliz misyoner ve istihbarat elemanı Aubrey Herbert’in yakın arkadaşı olan İngiliz ajanı Mustafa Kemal’in Anadolu ve Kürdistan halklarını kandırıp aldatan 20. Yüzyılın en büyük yalancı diktatörü ve halkların geleceğiyle oynayan en büyük dolandırıcısı olduğunu bilince çıkarmadan, İttihatçıların yüzyıldır yerli halklara yaptıkları katliam ve soykırımlarla yüzleşmek mümkün değildir. İnsanlar boşuna, “İngiliz Kemal” demiyorlar. İttihatçılar, Anadolu’yu Türkleşme projelerinde boşuna Yahudi Türkologları kullanmadılar. Boşuna annesi Arnavut, babası Yahudi M. Kemal’i kullanmadılar. ”Mustafa Kemal‘in askerleriyiz“ diyen ulusalcı-Kemalistler gibi devşirme Türkler de, “Batı uygarlığın Ortadoğu’daki askerleriz,” deseler çok daha doğru söylemiş olurlar; bu yazıyı tekrar tekrar okusunlar ve en azında Mehmet Hasan Bulut’un, „İngiliz Derviş, Yeni Türkiye’nin Doğusu ve Aubrey Herbert“ ve Jonathan Schneer’in, „Balfour Deklarasyonu“ araştırma kitaplarını anlayarak okusunlar. Türk resmi kaynakların gerçekleri nasıl tahrip ettiğini, kendilerine İngilizlerin programları çerçevesinde nasıl sahte bir Türk tarihi uydurduklarını görsünler.

 

İzmir suikast planıyla İttihatçı arkadaşlarını idam eden M. Kemal muhalefeti susturuyor

 

İngiliz ajanı ve onların Anadolu valisi olan Mustafa Kemal, Erdoğan gibi Ankara’da iktidara geldiğinin ardından birkaç yıl siyasi darbelerle iktidarını sağlamlaştırmakla uğraşırken, Türk ve Kürt milletvekillerinin çok sert eleştirileriyle karşı karşıya kaldı. İstanbul’dayken karşına çıkan muhalefet burada da karşısına çıkmıştı. Toplumun ve milletvekillerin çoğunluğu diktatör M. Kemal’in iktidarı bırakmasını istiyorlardı. M. Kemal, Kürtlere ‘özerklik vereceğim’ diye söz verdiği yazılı sözleşme olan 21 Anayasası’nı rafa kaldırmış, onun yerine “herkes Türk’tür,” diyerek, 1924’de herkesi Türkleştiren yeni bir Anayasa çıkarmış ve düşmana karşı ittifak kurup gücünden faydalandığı Kürtlere ihanet ederek onları inkâr etmişti. Sadece Kürtler inkâr edilip imhaya tabi tutulmuyordu; kendisine Müslümanım diyen ve etrafında toplanan devşirmelerden yapay, homojen bir ‘Türk halkı icat ediliyordu’. Bu haksızlığa itiraz eden özgürlükçü Kürtler soykırımdan geçirilecekti, geri kalan Kürtlerden Türk yaratma seferberliği başlatılacaktı. Bu tabiatın ilkelerine aykırıydı. Vicdanlı gerçek Türk aydınları, yazarları ve devrimcileri de karşı çıkıyordu.

 

Ne gariptir ki, kendisi Türk olmayan Osmanlı subayı M. Kemal, İngilizlerin verdiği siyasi görev aşkıyla Türk ulus-devletinde herkesi Türkleştirmeye çalışarak yapay bir Türk halkı icat etmeye çalışıyordu. Semitik tüccarlar üç bin yıl önce nasıl ki, Musa önderliğinde İsrailoğulları’ndan kendi ekonomik, siyasi ve politik çıkarları çerçevesinde çalıştıracakları bir Yahudi halkı icat ettilerse; aynı zihniyetle babası Yahudi olan M. Kemal önderliğinde Anadolu’da yapay bir Türk halkı icat etmeye çalışıyorlardı. Bunun için karşı çıkan yerli halkların soykırımlardan geçirilmesi gerekiyordu. Soykırımdan artakalanlar Türk ulus-devletin ırkçı ve homojenleştirici kodlamalarıyla Türkleştirileceklerdi.

 

Erzurum Millitvekili Armen Garo, Ermeni soykırım öncesi, 1913’te İstanbul Meclis Başkanı İttihatçı Halil Bey ile arasında geçen diyalogda, İttihatçılara yüzyıldır yanıtını aradığımız bir soru sorar:

“Siz kafanıza koymuşsunuz, biz Ermenileri öldüreceksiniz. Irkçı bir Türk ulus-devleti kurmak istiyorsunuz. Peki Kürtlerle nasıl başa çıkacaksınız?”

Meclis Başkanı Halil Bey:

”Kürtleri asimile edeceğiz!”

Armen Garo:

“Hangi kültür ve parayla Kürtleri asimile edeceksiniz? Bu sene yukarı ve aşağı Mezopotamya’yı dolaştım, görkemli üç taş köprü gördüm. Biri Ermeni, öbür ikisi de Romi eseriydi.”[43]

Tarih Armen Garo’yu haklı çıkardı. İttihatçılar yüz yıldır ne katliam ve soykırımlarla, ne de siyasi asimilasyon politikalarıyla Kürtleri Türkleştiremediler. Bundan sonra da Türkleştiremeyecekler.

 

Evet, bir kısmı Enver Paşa’nın önderliğindeki İttihatçılar tarafından direkt “Sizi Türkleştireceğiz!” demeden sudan bahane gerekçelerle soykırımlardan geçirilmişti; devamı gelecekti. Öbürleri de Mustafa Kemal önderliğindeki İttihatçılar tarafından soykırımdan geçirilecekti. İşte bundan sonrası İttihatçı arkadaşlarının yaptığı Ermeni, Rum, Süryani soykırımların bir devamı niteliğinde olan Kürt soykırımlarını o geniş dağlık bölgelerde nasıl yapabiliriz yol haritası olan Şark Islahat Planı’nı 24 Eylül 1925 tarihinde Bakanlar Kurulu’nda, kendisinden korkan milletvekillerine onaylatarak, İttihatçıların yarıda bıraktığı Kürt soykırımlarına hızla başlamak olacaktı. Fakat İngilizler İttihatçılara, “Kürtler dilleri ve kültürleriyle yasaklanması ve öldürülüp yok edilmesi gereken fazlalıklar” olarak gösterirken, bu ‘Büyük Oyun’ yol güzergahında bazı engellerin, inşaatların olduğunu görüyorlardı. O engellerin, inşaatların zaman içinde kaldırmayı planlamışlardı.

 

İngilizler her gün içen, kadın ve kızlarla eğlenen, Avrupa diktatörlerine örnek olarak gösterilecek otoriter Mustafa Kemal’in hem İstanbul Hükümeti içinde, hem Ankara Hükümeti içinde, hem İttihatçı arkadaşları, hem de Kürt milletvekilleri tarafından sevilmediğini çok iyi biliyorlardı. Sevilmeyen bir otoriterin iktidarını nasıl sağlamlaştıracaklarını çok iyi biliyorlardı.

“Bir Fransız gazetecisi, ’Türkiye’nin bir sarhoş, bir sağır ve üç yüz sağır-dilsiz tarafından yönetildiğini yazmıştı. Mustafa Kemal, ’Yanlış,’ diye yorumlamıştı haberi. ‘Türkiye’yi yalnız bir sarhoş idare eder.’”[44] diye düzeltmişti.

 

Bu, sahte cumhuriyetin Mustafa Kemal ağzında itirafıdır. ‘Üç yüz sağır-dilsiz’ dedikleri, görünüşteki parlamentoda bulunan üç yüz milletvekilinin tek adam M. Kemal’in yanında söz söyleme hakları yoktur, iradeleri yoktur, çünkü bugünkü Erdoğan döneminde olduğu gibi tek adam rejimi vardır. Psikolojik savaş aygıtı olan Türk basın ve medyası bu tek adam faşist rejimini ‘cumhuriyet’ diye yutturmuştu topluma.

 

“Türkiye’yi yalnız bir sarhoş idare eder.” diyen ve ağzından çıkan her söz yasa ve kanun olan diktatör adam, öbür tarafta içki sofrasında bir gecede ilan ettiği göstermelik ‘Cumhuriyet’ ile “Egemenlik, kayıtsız şartsız Milletindir,” diyerek milletle alay etmekte, halkı kandırıp aldatmaya çalışmaktaydı.

 

Hem geçmişte İstanbul Hükümeti içinde, hem de Ankara Hükümeti içindeki İttihatçı arkadaşlarının birçoğu -İngilizlere sırtını dayamış- M. Kemal’a ‘güvenilmemesi gereken bir kişiliğe’ sahip olduğunu dile getiriyorlardı. Bugün sağır dilsiz üç yüz milletvekili nasıl ki Erdoğan’dan korkuyor ve her dediğini yapıyorsa; o gün de üç yüz milletvekili otoriter M. Kemal’dan öyle korkuyor ve her dediğini yapıyorlardı. Otoriter kişiliği öyle ayyuka çıkmıştı ki, Türk kaynakları bile bunu saklayamıyorlardı.

 

Daha İstanbul’dayken ”Sultan Vahidettin’in kurdurmuş olduğu kabinede Mustafa Kemal için her zaman iki karşıt düşünce hâkim olmuştu.  Bunların kimisi onu lehlerinde kazanmak istiyor, ötekiler de ona hiçbir biçimde güvenilmemesi gerektiğini ileri sürüyordu. Zeynel Abidin Efendi ise, ’Mustafa Kemal’ın eline fırsat geçsin, hepimizi asar,’ diyor ve ona yüz verilmemesi (hiçbir zaman iktidara gelmemesini A.R.) istiyordu. Mustafa Kemal’in su katılmamış düşmanları çoğunluktaydı.”[45]

 

Tarih, Zeynel Abidin Efendi’yi hakkı çıkaracaktı.


Yukarda belirtiğimiz gibi, Kürtlerin güçlerinden yaralanıp Ankara’da iktidara gelen M. Kemal, hem İttihatçı arkadaşlarına ihanet edecekti, hem de Kürtlerle yaptığı ittifaka ihanet ederek, vatandaşı olan Kürtleri İngiliz ve Rothschild Hanedanın plan ve projeleri çerçevesinde soykırımdan geçirmeye çalışacaktı. Ama gelgelelim birçok arkadaşı ondan bıkmıştı.  Kimisi de korkuyor, ses çıkarmıyordu. Onun yukardan bakan otoriter davranışlarını, verdiği sözlerinde durmamasını sertçe eleştiren muhalif Trabzon Milletvekili Ali Şükrü Bey’i Topal Osman’a öldürtüp cesedini Meclis’in bahçesine gömmesinden, “12-13 yaşlarındaki kız öğrencilere tecavüz ettiği olayın[46] Meclis’te gürültüye neden olduğundan” ve buna benzer birçok olaydan dolayı büyük bir rahatsızlık duyan en yakın arkadaşları bile ona karşı seslerini yükseltip iktidarını tehlikeye attıkları bir dönemde; Tanrı korusun kendisine karşı bir Türk ve Kürt milletvekillerin ve muhalefetin mücadele ittifakı oluşmadan, İttihatçı arkadaşlarına karşı bir darbe girişi olmadan, yani yol temizliği yapılmadan Kürt soykırımlarına başlamak hatalı olurdu. Ondan daha da önemli olan şey de, eğer Anadolu valisi M. Kemal’i iktidarda tutmazlarsa Ortadoğu’da plan ve programlarını pratiğe uygulamak mümkün olmayacaktı.

 

Türk ulus-devletin sahibi İngilizler, Ankara hükümetin henüz tehlikede olduğunu önceden görmüşlerdi. M. Kemal’e ayak bağı durumunda olan arkadaşlarından ve muhalefetten kurtulması, var olan ufak tefek toplumsal örgütlemeleri dağıtmak ve baskı mekanizmalarını daha da geliştirip tek adam iktidarını güçlendirerek Şark Islahat Planı ile Kürt soykırımları başlaması için bütün uyduruk darbe girişimlerin senaryolarını yazdıkları gibi, İzmir Suikastın da uyduruk senaryosunu yazdılar; pratiğe uygulamaları için Kemalistlerin eline verdiler. Kamuoyunu aldatıp kandırarak ikna etmek ve ellerinde haklı bir gerekçe olsun diye var olan demokrasi kalıntılarını, hukuku, yargıyı, halkın iradesini ortadan kaldırmanın kılıfını hazırlamak için uyduruk bir darbe girişimini planladılar. Tıpkı 1908’de Osman padişahın iktidarına ortak olan İttihatçılar, bir yıl sonra iktidarına ortak oldukları Abdülhamid’e karşı 31 Mart 1909’da darbe girişimi yaparak bütün yetkilerini elinden alarak padişahın bütün adamlarını devlet kadrolarından çıkarıp iktidarlarını güçlendirdikten hemen sonra Ermeni, Rum ve Süryani soykırımlarına giriştikleri gibi. Aynı şekilde CIA ve M16’nın uyduruk 16 Temmuz 2016 darbe girişimini senaryosunu yazıp pratiğe uygulasınlar diye Erdoğan’ın emrindeki MİT’in eline verdikleri ve Erdoğan da bu darbe girişimini o güne kadar birlikte çalıştıkları iktidar ortağı Fethullah Gülen Cemaatin üstüne atarak bütün adamlarını devlet kadrolarından çıkarıp, M. Kemal gibi sıkıyönetim ilan edip toplum üstünde baskı mekanizmalarını daha da geliştirerek, Şark Islahat Planı’nın bir devamı niteliğinde olan ’Çöktürme Planı’ ile Kürt soykırımları başladığı gibi.

 

Bu anlamda Anadolu ve Kürdistan halkları “bizi Türk yöneticileri yönetiyor” diye kendi kendilerini kandırmasınlar. Her şey göründüğü gibi değil; M. Kemal’i nasıl ki bu ülkenin başına vali olarak tayin ettilerse, R.T. Erdoğan da ABD ve İngilizler tarafından iktidara getirildi. Türkiye kuruluşundan beri, devşirme Türk devlet yöneticileri hep Bat uygarlığın emrinde vekalet savaşçıları olarak çalışmaktadırlar. Batı’nın iktidara taşıdığı devşirme Türk yöneticisinin iktidarı tehlikeye düştüğü an askeri darbe ya da sivil darbe girişimleri devreye giriyor. Bu değişmez bir kuraldır.

 

Örneğin iktidarı kaybetme noktasına gelen M. Kemal’i nasıl ki ömür boyu iktidarda tutmak için İzmir Suikastı planlayıp pratiğe uyguladılar ve onun eliyle Şark Islah Planı’n bütün plan ve programlarını patiğe uyguladılarsa; aynı şekilde 2015 genel seçimlerinde Halkların Demokratik Partisi’nin (HDP) % 13,12 oy alarak 80 milletvekili çıkarması ve 100 üzerinde belediyeyi kazanması ve Erdoğan’ın seçimi kaybetmesinden beri onu siyasi darbeler, halkın iradesini tanımayarak beledilere kayyum atama, “Çöktürme Planı” ve darbe girişimleriyle iktidarda tutmaya çalışıyorlardı.

 

Çok açık ki, 2015 genel seçimlerinde Erdoğan’ın partisi AKP çoğunluğu kaybettiği için iktidarı bırakıp gitmesi gerekeceği yerde; ki demokrasinin olduğu bir ülkede böyle olması gerekirdi, ama burası Türkiye olduğu için olmadı. Batı’nın Ortadoğu’yu yeniden dizayn edeceği bir dönemde BOP’nın ikinci eş başkanı Erdoğan’ı iktidarda tutmak için Halkların Demokratik Partisi’ne karşı yaptıkları siyasi soykırım darbesiyle milletvekillerini tutuklayıp cezaevlerine koymaları, Gülen Cemaatine karşı yaptıkları uyduruk 16 Temmuz 2016  darbe girişimi, son olarak cumhurbaşkanı adaylığını açıklayan İstanbul Belediye başkanı Ekrem İmamoğlu’na karşı darbe girişi gibi; dikkat edin M. Kemal dönemindeki gibi hep Kürtlere karşı siyasi soykırım darbeleri, darbe girişi ve muhalefete karşı siyasi darbelerle iktidarda tutmaya çalışmaktadırlar. Erdoğan’a karşı cumhurbaşkanı adaylığını açıklayan Selahattin Demirtaş ve Ekrem İmamoğlu’nu engelleyerek cezaevine kondular. Muhalefeti de her türlü baskılarla susturmaya çalışıyorlar. Bu ‘uygarlık yıkıcı Türk egemenlik sistemin’ partisi olan ve M. Kemal’in kurduğu CHP’nin geçmişte nasıl ki toplumu darbe girişimleri, suikastlar, katliamlar ve işkencelerle yönetmişse; bugün de Erdoğan’ın başkanlık ettiği AK Parti toplumu darbe girişimleri, suikastlar, katliamlar ve işkencelerle yönetmeye çalışmaktadır.

 

Mustafa Kemal da aynı uyduruk darbe girişi zihniyetiyle, 14 Haziran 1926 tarihinde kendisine İzmir’de yapılması planlanan suikast girişimini gerekçe göstererek; Kazım Karabekir’in de içinde bulunduğu, çoğu Balkanlar’dan ve diğer bölgelerden kaçmış Türk olmayan Osmanlı generalleri, subayları, bürokratları olan 70 tane İttihatçı arkadaşını Kürtler için kurduğu göstermelik İstiklal Mahkemeleri’nde yargıladı. Ve 17 İttihatçı arkadaşını sırf tek adam rejimini güçlendirmek, kendisine karşı oluşacak bir Türk-Kürt mücadele hattı ve ne kadar güçlü olduğunu İngilizlere ve topluma göstermek için idam etti. Bu kadar gözü dönmüş bir diktatördü. Kapitalist sisteme bağlanacak olan Toplumu hem susturdu, hem de idam edilenlerin hemen hemen hepsi, İngilizlerin denetiminde 1919’da İstanbul’da kurulan ’İstanbul Harp Mahkemesi’nde idam kararı verilen İttihatçılardı. İngilizler bir taşla iki kuş vurmuşlardı. Yani İngilizler idam kararı verdikleri ve onun iktidara gelmesinde yardımcı olan İttihatçıları, 6 yıl sonra  M. Kemal eliyle idam ediyorlardı.[47] İzmir suikast planıyla İttihatçı arkadaşlarını idam eden M. Kemal muhalefeti susturup iktidarını güçlendirmişti.

 

Ne garip şeydi? İngilizler hem Avrupa’da, hem de içerde bilim insanlarına, yazarlara ısmarlama kitaplar yazdırarak, M. Kemal’in çok büyük modern devrimler gerçekleştirdiğinin propagandasına yapıyorlardı. Onu, ülkenin tek sahibi yapmışlardı. Bu, onların Anadolu’daki valilerinin elini güçlendiriyordu. Fakat olan orda yaşayan halklara oluyordu. Cumhuriyetin ilk kuruluş yıllarında eğer halkların İttihatçılara karşı gerçek ittifakı oluşmuş olsaydı; tekrar “devşirme Türklerden oluşan” bu İttihatçılar dediğimiz modern Yeniçeriler desteklememiş olsalardı, M. Kemal’in Kürt soykırımlarını yapması mümkün olmayacaktı. Halkların geleceğiyle oynamamış olacaktı.

 

İttihatçıların Almanlar tarafından ilk defa 1908’deki askeri darbeyle iktidara getirildiklerinde ilan ettikleri sahte meşrutiyet gibi, İttihatçıların ikinci defa, bu kez  İngilizler tarafından 1923’te iktidara getirildiklerinde de sahte bir cumhuriyet ilan edip kurmuşlardı. Ne yazık ki kurulan cumhuriyet de, sahte meşrutiyet gibi sahte bir cumhuriyetti. İttihatçıların gizli önderi M. Kemal, olası bir gerçek cumhuriyetin kurulması ve bir halk ittifakına, bir isyana meydan vermemek, kendisine muhalif olan ve yapacağı kötülüklere engel olmaya çalışan arkadaşlarından -İzmir Suikast Girişimi gerekçesiyle- kurtulur kurtulmaz acımasızca Kürt soykırımlarına başladı.

 

Türkiye ve İran modern devrimler adı altında kapitalist sisteme bağlanıyor

 

İngilizler, Birinci Dünya Savaş’ından sonra Ortadoğu’da sınırlarını cetvelle çizdikleri ve sahte, uyduruk bir tarih yazdırdıkları iki ülkelerden biri Türkiye, biri de İran’dır. Afganistan, Pakistan ve Arap ülkeleri de öyle idi. Biz sadece ilk iki ülkeyi ele alalım. Türk ulus-devletin başına Türk olmayan, annesi Arnavut, babası belli olmayan Mustafa Kemal’i getirdiler. İran’ın başına annesi Afganlı babası belli olman Şahı Rıza Pehlevi’yi getirdiler. İkisinin de eline bu iki ülkeyi Batı kapitalist sistemine katma, entegre edip, güya modern devrimler ve çağdaş bir şekilde bağlayacak İngiliz programları veriyorlardı. İkisinin de eline harf devrimi adı altında Latin alfabesine geçişle toplumun geçmiş yazılı kültürünü, hafızasını silme ve Avrupa merkezci hafıza yükleme görevi verildi. İkisine de şapka ve kıyafet devrimi, laikliğin kabulü gibi kavramlarla Avrupa sistemine bağlanacak programlar verildi. İkisi de modernleşme adı altında yerli halkları katliamdan geçirerek neolitik dönemden beri bu coğrafyada filizlenmiş olan birçok kültürü, dili ve tabiat inancını yok etme ırkçı programları veriyorlardı. Don Kişot’un yel değirmenlerine saldırması gibi yerli halklara saldırma görevi verildi; onlar yel değirmenlerine saldırdıkça enerjileri kendi içlerinde tükenecek ve ipleri ellerinde olacaktı. İkisi de güya kadın erkek eşitliğinden bahsediyorlardı; ama siyasi İslam’dan uzaklaşmadıkları için kadın ile erkek eşitsizliğini daha da derinleştirip kadını erkeğin kölesi durumuna getiriyorlardı. İkisi de güya Batı laikliğini getirdiğini iddia ediyorlardı; ama biri Sünni İslam’ı, biri de Şii İslam’ı devlet dininden çıkaramıyorlardı. Daha da kötüsü İslam’ı daha fazla devlet dini haline getirdiler. İkisi de Avrupa merkezci milliyetçiliğini savunuyorlardı; biri Türk olmadığı halde Türk ırkçılığını savunuyordu, biri Fars olmadığı halde Fars ırkçılığını savunuyordu. İkisi de militarist. İkicisi de İngilizlerin “Büyük Oyun” programlarına dahil edilmiş, Rusya sınırındaki anti-komünist otoriter kişilerdi. Bir hata yaparlarsa hayatlarıyla ödeyeceklerdi. Bunu hem M. Kemal, de de Şahı Rıza Pehlevi çok iyi biliyorlardı. Halk onları Batı emperyalizmine karşı savaşmış kahramanlar olarak görüyordu. Bu yanılgı onlara çok pahalıya mal olacaktı, geleceklerini karartacaktı.

 

Çünkü bin yıldan beri uygarlık güçlerin, ordusunu devşirme vekalet savaşçılarından oluşturdukları uygarlık yıkıcı Türk egemenlik sistemi, hiçbir yasaya, kanuna, yargıya, anlaşmaya, adalete uymaz. Türk sandığımız ama hiçbiri Türk olman devşirme Türk devlet yöneticilerinde zerre kadar insanlık yoktur, zerre kadar vicdanları yoktur, zerre kadar iradeleri yoktur ve yurtseverlikle, insanlıkla herhangi bir bağlantıları bulunmayan insanlık dışı varlıklardır. Onların “vatan için çalışmak şerefli bir vazifedir,” diyerek toplumu altında topladıkları “Türklük, bayrak, yurtseverlik” dedikleri şey Batı uygarlığına vekalet savaşçıları olarak çalışmaktır; İngiliz ya da Amerikalılara çalışmaktır.

Koçgiri ve Şeyh Said hareketi

Bunlardan birisi de Mustafa Kemal’di. M. Kemal sadece iktidarını güçlendirmek amacıyla İttihatçı arkadaşlarını idam etmedi, sadece Kürtlerle yaptığı ittifaka ihanet etmedi, onlara özerklik tanıyan 1921 Anayasa’sını rafa kaldırdı. Kürtler ‘yok’ diye inkâr etti ve İngiltere’nin Ortadoğu planlarını, politikalarını devreye soktu. 1924 Anayasası ve 24 Eylül 1925 tarihinde Şark Islahat Planı’nın onaylanmasıyla Kürtlüğün inkârı, imhası, göç ettirilmesi, Türkleştirilmesi ve de kimse duymasın, gerçek Türkler, dünya kamuoyu soykırım yaptıklarını görmesin diye “İngilizlerle iş birliği yapan, dış güçlerin oyununa gelen eşkıyalara, şakilere, asilere, isyancılara karşı savaşıyoruz” yaftası altında, ajanlığını Kürt liderlerin üstüne atarak Kürt soykırımlarını başlattı. Onun psikolojik savaş aracı ve İttihatçıların ırkçılık propagandasını yapan Cumhuriyet Gazetesi’ne (1924) yatırım yaptı. Cumhuriyet Gazetesi’nin kurucu sahibi Yunus Nadi de Türk değildi. M. Kemal’in yakın arkadaşı bir Yahudi idi ve Batı uygarlığın Anadolu’daki Türkçülük projesine basın yoluyla yardım ediyordu. Aslında İngilizlerle, dış güçlerle birlikte çalışan devşirme Kemalistler, suçlarını yerli halk olan Ermenilerin, Kürtlerin üzerine atarak, sadece vatan ve ülke hainliklerini değil, insanlık suçlarını da gizlemeye çalışıyorlardı.

Bu yalanlarla halkların kendilerine karşı mücadele etmesini önledikleri gibi, Kürtlerin birlik olmaması için de ellerinden gelen her hileye, her tuzağa başvurdular. Son yıllarda (2015-2025) Kürdistan şehir ve kasabalarında seçimle kazanılan 100’den fazla beledilere kayyum atayarak Kürtlerin iradesini gasp etme İttihatçı zihniyet politikasının kökeni henüz cumhuriyet kurulmadan 1921’de Koçgiri bölgesinde seçilecek olan milletvekillerini M. Kemal’in kendisinin tayin edeceği tartışması ve kavgasıyla başladı.

Koçgiri’de Alişer Bey, Haydar Bey, Dêrsimli Nuri ve arkadaşları,”Hayır, siz bizim vekilimizi tayin edemezsiniz. Madem Cumhuriyet kurulacak, milletvekillerimizi biz kendimiz seçeceğiz.” diye iradelerine sahip çıkacaklarını beyan etmeleri üzerine, “Vah siz misiniz bana karşı çıkan!” diyen M. Kemal, dağılmakta olan Osmanlı’nın Merkez Ordusu Komutanı Sırp kökenli Sakallı Nurettin Paşa ve emrindeki Topal Osman çetesini Koçgiri üzerine göndererek, Hafik, Suşehri, Kemah, Zara, Kuruçay, İmranlı, Refahiye, Kangal, Divriği gibi şehirlerle birlikte 140 köyü yerle bir ederek; Osmanlı padişahı Yavuz Sultan Selim gibi aynı coğrafyada kaynağını doğadan alan Zerdüşt kökenli binlerce Alevi insan katleder ve böylece ilk Kürt soykırımını Koçgiri’de başlatmış oluyordu. M. Kemal, Kürtlerin gücünden yaralanıp Ankara hükümetini sağlamlaştırmak için onlarla göstermelik ittifak kurduğu Erzurum Kongresi, Sivas Kongresi ve Amasya Protokolü’nde, “Bu vatan Türklerin ve Kürtlerin vatanıdır. Kürtlere özerklik verilecek.” diye söz verdiği halde, hiçbir zaman sözünde durmamıştır. Bu yüzden Cumhuriyet, baştan beri Kürtlerin iradesini tanımamıştır, onlara inkâr ve imha dayatmıştır.

Şeyh Said, İngiliz ajanı değildi. Ama buna rağmen psikolojik savaş araçları gibi çalışan Türk basını ve Teşkilatı Mahsusa, “İngilizler ile beraber çalışan Şeyh Said bir İngiliz ajanıdır. O halifeye bağlı, şeriatı getirmeye çalışan bir dini liderdir.” diye bilinçli bir şekilde yanlış propagandalar yapıyorlardı. Son satırları özellikle kullanıyorlardı ki Alevi Kürtlerini Şeyh Said Direniş Hareketinden uzak tutmak içindi. İkincisi, Şeyh Said’i haklarını gasp ettikleri Kürtlerin lideri değil, bir dini lider sıfatıyla tutucu halife taraftarı olarak gösteriyorlardı.

İngiliz ve Fransız belgelerinde M. Kemal’in, İngiliz misyonerleri, ajanları, komutan ve subaylarıyla defalarca görüştüğü, fikir alışverişinde bulunduğu, antlaşmalar yaptığı var. Ama Şeyh Said ile ilgili bir tek belge yok. Eğer devşirme Türklerin iddia ettiği gibi, "Şeyh Said, M. Kemal gibi İngiliz ajanı" olmuş olsaydı, İngilizler Şeyh Said'e Ortadoğu'da bir Kürdistan devleti kurmuş olacaklardı. Ama kurmadılar. O dönemde İngilizlerin arkasında dev bir dünya bürokrasi ve Rothschild, Rokenfeller gibi dünya zengin hanedanların arkasında bulunduğu çok büyük gizli bir sermaye organizasyonu vardı; kim İngilizlere çalışmışsa onları Ortadoğu’da devlet sahibi yaptılar. Örneğin İttihatçıları ve Siyonistleri devlet sahibi yaptılar.

Gerçek şu ki, Şeyh Said hareketi Azadi Hareketine dayanıyordu. Azadi Hareketinden önce de, İstanbul’da kurulan Kürdistan Cemiyeti vardı. Başkanlığını da Seyid Abdulkadir Bey yapıyordu. İngilizlerin Lozan’da Ankara Hükümeti’ne uluslararası devlet güvencesi vermesinden sonra, gerçek yüzünü gösteren M. Kemal’in, Kürtleri inkâr ve imha politikalarına yönelmesi üzerine Kürtlerin doğal insani haklarını savunan Azadi Hareketin lideri Cibranlı Halit Bey’den itirazların yükselmesi ve hareketlenme başlamış oluyordu. Yalnız kendilerini Kemalistlere düşmanmış gibi gösteren İngilizler, Kürt hareketin önderleriyle de ikiyüzlü ilişkileri vardı ve aldıkları bütün istihbaratı Ankara’ya bildirdikleri için Ankara’nın Kürt hareketin ne yaptığından haberi vardı. Bu yüzden M. Kemal, kendisine karşı gelişecek olan Kürt hareketinin ne zaman başlayacağı ve arkasındaki kişileri çok iyi tanıyor, istihbarat elemanlarıyla takip ediyordu. Onlar henüz harekete başlamadan devlet harekete geçiyor. Diyarbakır’da Azadi hareketin başlatacağı isyana destek vermesin diye İstanbul’da Kürdistan Cemiyeti Başkanı Seyid Abdulkadir Bey tutuklanıp gözaltına alınıyor. Ardından Azadi Hareketin lideri Cibranlı Halit Bey ayaklanmayı hazırlama çalışmalarını yürüttüğü Erzurum’da 1924’te tutuklanıyor. Böylece Azadi Hareketi bir zaman lidersiz kalıyor. Tabi ki Şeyh Said, Azadi Hareketin ne yapacağından, lideri Cibranlı Halit Bey’in tutuklandığından dolayı kendisinin bu Kürtlük davasına sahip çıkması gerektiğinin bilincindedir. Halit Bey, 15.04.1925 tarihinde Bitlis’te arkadaşlarıyla birlikte idam edilince Şeyh Said zorunlu olarak bu hareketin başına geçti. İngiliz istihbaratı M16’da Ankara ile birlikte çalıştığı için devletin her şeyden haberi var. Bir yıl içinde yapılması planlanan ayaklanma, devletin provokasyonu ile kış ortasında başladı. Hareketin başarısızlığa uğraması için hem Şeyh Said’in en yakınları satın alındı, hem de erken bir provokasyon yarattılar. Şeyh Said’i ihbar edip yakalatan bacanağı emekli Binbaşı Kasım Ataç, devletin ajanıydı. Ayaklanma sağlam temeller üzerinde zamanında olsaydı ve bölgenin kontrolü Kürtlerin lehine sağlanmış olsaydı, hiç kuşkusuz ülkenin adı Kürdistan olacaktı.

Gerçekten de o döneminde Koçgiri, Bingöl-Amed, Ağrı-Zilan ve en son Dêrsim bölgesinde Kürtler öylesine tarihin en büyük ve en korkunç soykırımları yaşamışlar ki; M. Kemal‘in kendisi daha 1926 yılında, Şeyh Said ve arkadaşlarını 29 Haziran 1925’te Diyarbakır Dağıkapı Meydanında idam ettikten bir yıl sonra İsviçreli gazeteci Emile Hilderbrand’a şöyle açıklamalarda bulunuyordu:

“Geçmişte, birçok durumlarda Kürdistan’a ve Anadolu’nun diğer iç bölgelerinde, Cumhuriyet’in iradesine karşı çıkmak eğilimini gösterdikleri zaman, onları demirden bir elle ezdim. Örneğin bir defasında önderlerinden altmışını şafakla birlikte (Şeyh Said ve 46 arkadaşlarını) astırdım. O unsur (Kürtler) dersini almıştır ve bir daha benimle kılıç ölçüştürmeye kalkışmayacaktır!“

 

1930’larda Ağrı-Zilan soykırımını bitirdiklerinde, Türk basının manşetlerinde, Ağrı Dağı eteklerinde hayalden bir mezar karikatür çizmişlerdi. Mezarın altına da, “Hayali Kürdistan burada gömülüdür.” diye yazarak Kürtlerin işini bitirdiklerini yazmışlardı. Ama Kürt Özgürlük Hareketi, Kürtleri küllerinden yeniden var etti. Fakat dünyanın hiçbir yerinde basın ve medya, Türk bası ve medyası kadar Kürt soykırımlarından övgüyle bahsederek insanlık suçu işlememiştir.

 

Dersim soykırımını, “Berlin Dêrsim 1937-38 Konferansı ve Kürt Soykırımları” kitabında anlatmaya çalıştım. Bu konuda başvuru kitabınız olsun.

 

Her bölgesel uygarlık kendisine bir ideoloji üretmek zorundadır

 

İnsanlık tarihini araştırıp incelediğimde gördüm ki, Sümerlerden beri son altı bin yıllık insanlık tarihinde bütün merkezi uygarlık sistemlerin ortak ayıbı ve savaş gerekçeleri hep aynıdır; etrafında doğayla iç içe, ana ile çocuk gibi kucak kucağa otonom bir yaşam sürdüren ekolojik köy topluluklarını kendi uygarlıklarına katmak için, her nedense hep hor, ilkel, dağ halkı, şeytan, eşkiya, şaki,  terörist gibi yaftalamalar yapıştırıp düşman görerek; o Kızılderililer gibi ana tanrıçalarıyla ormanların içinde doğa ile baş başa yaşayan ya da Kürtler gibi Zağroz dağların zirvesindeki ana tanrıçalarla beraber Dicle Fırat Irmakları arasında bir zamanlar yaşadıkları cenneti tekrar aramaya çıkan özgürlük yolcularıyla sürekli savaş halinde olmuşlardır.

 

Amerika kıtasına, 1492’de Chistoph Kolumbum’un işgalcı orduların çıkarmasıyla başlayan Avrupa ülkelerin sömürgeciliği; doğayla iç içe, ana ile çocuk gibi kucak kucağa ekolojik bir köy yaşamı sürdüren yerli Aztek, İnka ve Maya topluluklarını Avrupa’dan paralı askerler götürüp, onlara yüzyıllar boyu katliam ve soykırımlar yaparak kendi barbar uygarlıklarına zorla katmışlardı. Beyaz Avrupalılar bu işgali sanki orada daha önce hiç insanlar yaşamıyorlarmış gibi, “Amerika’nın keşfi” diye sahte bir tarihle insanlara yutturmuşlardı.

 

Arabistan merkezci Hıristiyanlık dini ideoloji ve altın gücüyle Avrupa kralların saraylarına, Sümer şehir beyliklerin saraylarına girdikleri gibi girerek onları içten fetheden Semitik tüccarlar; Mısır’daki İsrailoğulları’na nasıl ki Filistin topraklarını, Tanrı’nın seçilmiş ulusa vaat edilen topraklar diye göstermişse, 15. Yüzyılda da aynı zihniyetle uygarlık güçleri klasik sömürgeciliğe yelken açmış Avrupalılara Amerika kıtasını vaat edilen topraklara giden yol olarak gösteriyorlardı. Ancak binlerce yıldır orada doğayla iç içe yaşayan insanlar vardı. İsrailoğulları nasıl ki Filistin’in vaat edilen topraklarını ele geçirmek için, onlardan daha önce orada yaşayan yerli halklarla o gün bugündür savaş halinde olmuşlarsa; Avrupalılar da Amerika’nın vaat edilen topraklarını ele geçirip yerli halkları kendi barbar uygarlıklarına katmak için o gün bugündür savaş halinde olmuşlardır. Amerika’ya gemilerle ilk giden misyonerlerin ellerinde İncil vardı; kendilerine “Azizler, kutsallar, Tanrı’nın seçilmiş insanları” olarak görüyorlardı ve “İsrail halkı gibi vaat edilen topraklara” yolculuk ettiklerini sanıyorlardı.

 

Elbette yüzyıllar sürmüş katliamları birkaç cümle ile değil, yüzlerce kitapla bile sömürgeci Avrupalıların 200-300 yıl boyunca Amerika kıtasının yerli halklarına yaptıkları o korkunç soykırımları anlatmak mümkün değildir!

 

Uygarlık güçleri her kıtada ve bölgelerde soykırımlardan geçirip şehir uygarlıklarına katmak istedikleri ekolojik köy yaşantılı yerli halkları hep vahşi ve ilkel olarak göstermeye çalışmışlardır. Doğayla iç içe yaşayan yerli hakları soykırımlardan geçiren barbar avcıları da basın, medya ve sinema filmleriyle kahraman olarak göstermeye çalışmışlardır. Avrupa’dan paralı asker götürüp, Amerika kıtasındaki yerli halkları 200-300 yıl boyunca soykırımlardan geçiren Avrupalılar soykırım yaparak insanlık suçu işlemişlerdi. İnsanlık suçun zaman aşımı yoktur. O insanlık suçu boyunlarında asılı kalmıştı. Şimdilerde bu suçu boyunlarından atmak için sahte tarih kitapların yanı sıra, bir de Avrupa ve Amerika’nın Hollywood film endüstrisi şirketlerini de devreye sokmuşlardı ve onlar, “Beyaz kahraman kovboyun vahşi Kızılderililere karşı savaşları” filmleri yapıyordu. Ama bu çok pahalı filmler de ‘Beyaz Adam’ın boynuna asılı duran büyük insanlık suçunu indirmeyi başaramadı.

 

1973 yılında düzenlenen Oscar ödül töreninde, Baba (The Godfather) filminde rol alan Marlon Brando en iyi erkek oyuncu ödülüne laik görülmüştü. Gelgelelim vicdanlı sinema oyuncusu Marlon Brando ödülü reddetti. Her alanda yerli Amerikalıların haksızlığa uğraması ve temsili konusundaki sorunları vurgulamak üzere, kendisinin yerine konuşma yapması için Apache ve Yaqui kökenli yerli oyuncu Sacheen Littlefeather’e sahneye çıkmasını rica etti. Oscar ödül törenin yapımcısı Howard Koch da, sansür uygulayarak Littlefeather’in konuşmasını 60 saniye ile sınırlandırdı. 60 saniyeyi aşarsa güvenlik güçleri tarafından tutuklayacağını söyleyerek tehdit etti. Cesur sinema oyuncusu Littlefeather, Marlon Brando’un Avrupalıların soykırım suçunu 60 saniyede söyle okumaya başladı:

“200 yıl boyunca toprağı, ailesi ve özgür olma hakkı için savaşan yerli halka şöyle dedik: ‘İndir silahını arkadaş gel birlikte oturalım. İndirirsen eğer silahını arkadaş senle barıştan söz ederiz, senin hayrına anlaşırız.’ Silahlarını indirdiklerinde onları katlettik biz!..”

Sümer uygarlığından beri, doğayı koruyan yerli halkların ekolojik köy yaşamlarını sürdürmeleri konusunda uzattıkları barış elini, hastalıklı şehir uygarlığı hep böyle alçakça ihanetlerle karşıladı, reddetti. Ve gezegenimizi topyekûn yıkım aşamasına getirdi.

 

Afrika kıtasını işgal etmeye gittiklerinde ellerinde gene Semitik tüccarların Avrupa kralların saraylarına girip ellerine tutuşturdukları “Kutsal İncil” vardı. O ülkeleri, kıtaları işgal edecek olan meşhur Semavi dinin Kutsal Kitabı İncil’i Amerika’ya götürdükleri gibi Afrika’ya da götürdüler. Kenya’nın kurucu devlet başkanı Jomo Kenyatta, “Avrupalılar Afrika’ya geldiklerinde ellerinde İncil, bizim elimizde toprağımız vardı. ’Gözlerinizi kapayıp dua edin’ dediler. Gözlerimizi kapatıp İncil’i okuduk. Gözümüzü açtığımızda bizim elimizde İncil, onların elinde toprağımız vardı.” diye özetliyordu, Avrupa sömürgeciliğini.

 

Türk-Alman Silah Arkadaşlığın sonuçları                    

 

Klasik sömürgecilik alanlarını elinde bulunduran Avrupa reform, Rönesans hareketleri ve endüstri devrimi ile Batı‘da kapitalist bir uygarlık kurarken, Osmanlı hâlâ hiçbir şey yaratmadan sadece Arabistan merkezci siyasal İslam’ı yayma kılıfı altında yağma, talan ve işgal saldırılarıyla geçimini sağlamaya çalışıyordu. Ve yerli halkların katliamlarıyla uğraşarak enerji kaybediyordu. Ulus-devlet çağında imparatorlukların da artık vakti geçtiği için gerileyip çöküşe doğru hızla yol alıyordu. Avrupalılar gerileyip çöküşe doğru giden bu ülkeye “Hasta Adam” adını vermişlerdi. Bunun farkında olan uygarlık güçleri o güne kadar İslam’ının ileri karakol olarak kullandıkları uygarlık yıkıcı Türk egemenlik sistemini bundan sonra Batı uygarlığın ileri karakolu olarak kullanmak için kolları sıvayıp yüz yıl önceden çalışmalarına başladılar. Maskeli Tanrıların yapacağı tek şey, dünün siyasi semavi din ideolojilerin yerini tutan çağımızın dini olan milliyetçi ve oryantalist ideolojilerle yeni bir hafıza değişikliği ayarlamak, kıblelerini Mekke ve Kudüs’den Londra, Paris ve Roma’ya çevirmeleri sağlanarak bir paradigman değişikliğine gitmeleri gerekiyordu.

 

Önce Osmanlı Padişahı eliyle 1839’da Tanzimat Fermanı ilan edilerek, toplumu yukardan aşağıya yeni askeri ve sivil örgütlenmeler, yeni yasalar, yeni eğitim ve öğretim kurumları, yabancıların ülkeye yatırımları Batı anlayışına göre hazırlanıp yürürlüğe koydular. 18 Şubat 1856 tarihinde Abdülmecid eliyle Islahat Fermanı ilan edilerek, gayrimüslimlerin hakları genişletildi. Kapitülasyon anlaşmalarıyla Avrupa ülkelerin Osmanlı devleti ile alışverişleri, yatırımları düzenleyen yeni anlaşmalar yapıldı. Fakat yasalara, kanunlara, anlaşmalara uyma alışkanlıkları olmayan devşirme Türkler çok büyük sıkıntılar çekiyordu. Büyük tekeller ve bankalar yatırımlarını güvenceye almak için Türk-Alman Silah Arkadaşlığı’nı kurdular. 1815’lerden sonra Alman İmparatorluğu’n sarayına altın gücüyle hâkim olan Semitik tüccarlar, “Eğer Osmanlı devletiyle iyi geçinirseniz, askerlerini yetiştirirseniz, yatırım yaparsanız, Almanya’dan Mezopotamya topraklarına kadar uzanan bölgeler sizin hâkimiyetiniz altında olur.” diye oyuna getirip kulllanarak, kendi tarihsel projelerini hayata geçirmek amacıyla Türk-Alman Silah Arkadaşlığı geliştirmişlerdi. Bu ilişkilerin geliştirilip sağlamlaştırılması sebebiyle Kaiser II. Wilhelm 1889, 1898 ve 1917 yıllarında Osmanlı İmparatorluğu’nu sık sık ziyaret etmiştir. Alman subaylarını Osmanlı askerlerini Prusya disipliniyle yetiştirme görevi verilmişti. Osmanlı ordusunu Prusya disiplini ile yetiştirmek için ülkeye ilk gelen ve 1835-1839 yılları arasında askeri eğitim veren ve Kürdistan’da Kürt  Beylerin Osmanlı’ya karşı ayaklanmalarını bastırma hareketlerinde görev alan Helmuth von Moltke’dir. Moltke’den sonra 1882 yılında dört subaylık bir grup daha geldi. 1883 yılında uzman bir grup subayla birlikte, 12 yıl süreyle Osmanlı ordusunu eğitip yönlendiren Von der Goltz geldi. 1913 yılında Liman von Sanders yeni bir grup subayla İstanbul’a geldi ve ordu komutanlığında görev aldı. Görülüyor ki uygarlık güçleri, Osmanlı’dan sonra Anadolu’ya yerleştirecekleri uygarlık yıkıcı Türk ordusunun yeniden eğitimini, düzenlenme ve disiplin etme işini bütünüyle uzman Alman subaylarına bırakmışlardı.

 

Prusya askeri disiplini ve Avrupa merkezci ırkçı Türk milliyetçiliğiyle yetiştirilen İttihatçılar Alman subayların yardımları ve Fransız devriminden esinlenerek 1908 yılında Jön Türk devrimiyle önce Osmanlı Padişah’ının iktidarına ortak oldular. 31 Mart 1909 askeri darbe ile de Osmanlı Padişah’ın bütün yetkilerini ellerinden alarak tek başına iktidar oldular. Böyle adım adım birileri Selanik’te yetiştirilen bu Beyaz devşirme Türkleri önce Almanlar, sonra İngilizler gözetiminde yavaş yavaş iktidara getirecekti.

 

1908 askeri darbesinden bir yıl sonra, İttihatçıların Osmanlı Padişah’ını tahtından indirip iktidara geçtikleri dönemde, Almanya Büyükelçisi Fon Fergen Hayn İstanbul’dan Alman Dışişleri Bakanlığı’na şöyle yazacaktı:

”Türkiye’de orduyu kontrol eden güç biz oldukça, Almanya’ya muhalif hiçbir hükümet iktidarda kalamaz.“

 

Bu söylemleri bugün Türkiye için İngilizler ve Amerikalılar söylüyor. Yalan dünyasında yaşatılan Türk kamuoyu da dış güçlere çalışan devşirme Türk devlet yöneticilerinin kendilerini yönettiğini sanıyor ve politikacıların birbirleriyle dalaşlarını anlamadan ağzı açık seyrediyorlar sadece.

 

İttihatçıları iktidara getirip Birinci Dünya Savaşı’na sokan Alman subaylar, eğitim verdiği Türk ordusu, yerli halklar olan Ermenilere, Rumlara, Süryanilere, Kürtlere insanlık dışı korkunç katliamlar, soykırımlar ve zulümler yaparken başlarında durup bu soykırımları teşvik ediyorlardı. Bilinçli bir şekilde planlanan Türk-Alman Silah Arkadaşlığı’nda, bu her iki arkadaş karşılıklı olarak birbirlerinden çok şey öğrendiler. Türklerin Orta Asya’daki atalarının barbarlığı Almanlara da bulaştı. Alman subaylar barbar Türk ordusunun yerli halkların soykırımlarından çok şey öğrendiler. İttihatçıların yerli halklara yaptıkları soykırımların aynısını yirmi yıl sonra Alman SS subayları ve ordusu Hitler döneminde Yahudilere yaptılar.

 

Eğer Osmanlı devleti ve onun devamı olan Türk ulus-devletin Hıristiyan topluluklar olan Ermeniler, Rumlar, Süryaniler ve öbür etnik ve inanç toplulukları olan Kürtler ve Alevilere yapılan katliamlar, soykırımlar ve zulümler hâlâ hızından hiçbir şey kaybetmeden sürüp gidiyorsa, bunun tek nedeni bin yıldan beri bu coğrafyada uygarlık güçlerine çalışan devşirme Türk ordusunu ya da vekalet savaşçılarını hiç anlamamış olmamızdan kaynaklanmaktadır! Bizim gibi görünerek ve her seferinde halkı kandırarak iktidarı eline alan devşirme Türkler yerli halkların en büyük düşmanlarıdır!

 

Batı’nın insanlık suçlarını vekalet savaşçılarının üstüne atma taktiği

 

Klasik sömürgecilikte Amerika ve Afrika kıtalarındaki yerli halkların topraklarını askerleriyle işgal ederek yaptıkları katliam ve soykırımla büyük insanlık suçu işleyen Avrupalılar, 19. Yüzyıldan sonra barbar yüzlerini gizleme gereğini duymamışlardı. Çünkü yüzyıllar sonra anladılar ki tarihçiler, bilim insanları şimdi onları Amerika’daki Kızılderililerin, Afrika’daki yerli halkların soykırımlarından sorumlu tutuyorlar, onların modern yüzlerine ve çıkarlarına gölge düşürüyorlardı. İngilizlere göre, bunlar 20. Yüzyılda modern insana yakışmayan şeylerdi; artık böyle şeyler yapmayacaklardı, yani daha gizli, daha üstü kapalı yapılması gereken şeylerdi. Bir başka insanlık suçu boyunlarında asılı kalmasın diye bundan sonra başka bölgelerde yapacakları soykırımları Avrupa merkezci milliyetçilik ideolojisiyle yetiştirecekleri vekalet savaşçılarına yaptıracaklardı. 20. Yüzyılda artık başka kıta ve bölgelerde modern sömürgecilikte yapacakları katliam ve soykırımları vekalet savaşçılarına yaptırma siyasetiyle yürütürlerse; hem dünya kamuoyunun baskılarından kurtulmuş olacaklardı, hem Avrupa’dan paralı asker bulma zorluğundan kurtulmuş olacaklardı, hem barbar sömürgeci yüzlerini gizlemiş olacaklardı, hem de işleri vekalet savaşçılarına yaptıracakları için insanlık suçu boyunlarında asılı kalmayacaktı.

 

Bu yüzden aynı sömürgeci Avrupa, aynı zihniyetle hem soykırım suçları boyunlarında asılı kalmasın diye, hem de artık Avrupa’dan paralı asker bulamadıkları için, Anadolu ve Kürdistan’ın yerli halkları olan Ermenileri, Rumları, Süryani ve Kürtleri kendi kapitalist uygarlığına ve sömürge alanlarına katmak amacıyla, onları soykırımlardan geçirip yok etme görevini doğuda Avrupa merkezci Türk milliyetçiliğiyle yetiştirdikleri paralı devşirme Türk askerlerine vermişlerdi. İnsanlık suçları İttihat Terakkicilerin boyunlarında asılı kalsın; nasıl olsa insanlık suçlarını kabul edecek herhangi bir insanlık vasıflarına sahip değillerdi. İnsanlık bu devşirme Türklerin umurlarında değildi. O kadar uzağı görebilecek kabiliyetli de yoktu. Bunun için Osmanlı mirasını Kapitalist sistemin motor gücü olan İngiltere gözetiminde İttihatçılara devredip, Batı uygarlığına Ortadoğu’da enerji kaynakların güvenliğini sağlayan, soykırımlarını yapan, yeraltı yerüstü zenginliklerini yağmalayıp merkezi uygarlığa aktaran, göç akınlarını önleyen ileri karakol olarak ‘uygarlık yıkıcı Türk egemenlik sistemini’ kurmuşlardı.

 

Bu sistemin bütün krizlere rağmen hâlâ varlığını sürdürmenin en temel nedenlerinden biri Avrupa merkezci ırkçı-Türk milliyetçiliğiyle beyinleri aşılanan İttihatçıların Türkleştirme projesiyle toplumu yukardan aşağıya ‘ordulaşmış homojen bir millet’ geleneğini -Batılıların her türlü yardımlarıyla- yaratmayı başarmış olmaları, gerçek Türk olmadıkları halde sık sık Türk-İslam-Sentezin temalarını ve sembollerini kullanarak Orta Asya’daki ataların barbar ruhunu bu coğrafyada yaratmış olmaları, askeri dehalarını uygarlık merkezlerine kanıtlamış olmaları, ırkçı-Türk-şovenizmini milyonların ve muhalefetin doğal sürü refleksine dönüştürmüş olmaları, hangi tek adam ya da başbuğ iktidarda olursa olsun bu çılgın devşirme Türkün arkasından kendilerini sürü refleksi ile karanlık uçurumdan aşağıya atacağı ana kadar hiçbir şeyin farkın olmamasında yatmaktadır.

 

Yanlış cumhuriyetle yanlış yaşanır

 

Bugün Anadolu’da, “Mustafa Kemal’in askerleriyiz,” diyen ulusalcılar, aslında İttihatçıların Avrupa merkezci Türk ırkçılığıyla çok iyi yetiştirdikleri İngiliz ve Amerikan askerleri olduklarının farkında bile olmayan devşirme Türklerdir. Devşirme Türk devlet yöneticilerinin ülkenin kuruluşundan beri yeraltı ve yerüstü zenginliklerini nasıl Batı Uygarlığın emrine verdiklerini ve bugün kapitalizmin neoliberal politikalarıyla tarlasına tütün ekme, buğday ekme diye kota getirerek, ellerinden eski doğal tohumları alınan Anadolu ve Kürdistan çiftçilerinin kendi tarlasına bile buğday ekmesini, tütün ekmesini, mısır ekmesini engellemeleri ve dağlarda, yaylalarda, çiftliklerde süren iç savaşla hayvan yetiştiriciliğini engelleyip toplumu açlığa mahkûm edildiğini sadece seyrediyorlar. O da yetmiyor, baştan beri emperyalizm ile iş birliği içinde olan Türk devleti, kendi Kürt vatandaşlarıyla ile sürekli savaş halinde olduğu için, içte barışı ve demokratik toplum düzenini sağlayamadıkları gibi, bütün toplumun doğal insani haklarını bastırmanın ve muhalefeti susturmanın tek seçeneği olarak savaşı görüyorlar. Ve ülke kaynaklarının önemli bir kısmını Batı ülkelerinden aldıkları savaş silahlarına harcıyorlar. Sonucunu herkes görüyor. Ama neden ülkenin bu hale geldiğini kimse kendisine sormuyor? Çünkü yanlışla yanlış yaşanır. Tek adam rejimlerinin olduğu yanlış cumhuriyetle yanlış yaşanır. Demokratik cumhuriyetle doğru yaşanır.

 

Dün İngilizlerin kendi valileri olarak iktidara getirdikleri M. Kemal’in tek adam rejimi vardı; bugün de İngilizlerin iktidara getirdikleri R. T. Erdoğan’ın tek adam rejimi vardır. Dün M. Kemal’in halk ve siyasi muhalefete meşru gördüğü baskı, katliam, soykırım ve zulümleri, bugün aynısını Erdoğan halka ve siyasi muhalefete yapıyor. Dün “M. Kemal’in dış güçlerle birlikte çalışan bir hain olduğunu” söyleyenler cumhurbaşkanına hakaretten ya hemen yargısız öldürülüyordu ya da İstiklâl Mahkemelerinde yargılanıp cezaevine atılıyordu. Bugün de, “AKP ve Erdoğan’ın bir ABD ve İngiliz projesi olduğunu”[48] söyleyenler Cumhurbaşkanı Erdoğan’a hakaretten, daha iddianame hazırlanmadan hemen tutuklayıp cezaevine atarak bir korku imparatorluğu yaratmışlar. Erdoğan’ın siyasi muhalefete, M. Kemal’in kurduğu CHP’ye ve gene kurduğu devlet eliyle CHP’ye siyasi operasyonlar yapıp CHP yöneticilerini tutuklayıp cezaevlerine atmalarına rağmen, hâlâ faşist devleti savunuyorlarsa demek ki, sadece kendilerini kandırıyorlar ve hayattan hiçbir şey anlamıyorlar. Anlamış olsalardı, baştan beri işlerin iyi gitmediğini anlayacaklardı.

 

Uygarlık güçleri, kapitalizmin şafağında büyük imparatorlukları (Fransa İmparatorluğu, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu, Osmanlı İmparatorluğu, Çar İmparatorluğu) ekmek gibi küçücük parçalara bölerek ulus-devletlere ayırdıkları dönemde, artık Avrupa’nın da klasik sömürgeciliği sona ermiş, Avrupa Merkezci milliyetçi ideolojiyle başlayan modern sömürgecilik başlamıştı. Tıpkı Arabistan bölgesindeki Semitik tüccarların sömürgeciliklerini ve işgalciliklerini yaymadan önce Arabistan merkezci Musevi dinlerin ideolojilerini işgal edecekleri bölgelere şiddet zoruyla yaydıkları gibi; o bölgelerde yaşayan toplulukların bütün geçmiş eserlerini, kültürünü, tabiat inancını yok edip kolektif hafızasını siliyorlar, yeni kutsal dinin ya da ideolojinin meşruiyetini koruma adına hafızayı siliyorlar, yeni bir hafıza yüklüyorlar ki, sömürü ve işgal kalıcı olabilsin diye.

 

Avrupalılar da, modern sömürgeciliklerini yaymadan önce halklar arasında düşmanlığı ve etnik ayrımcılığı derinleştiren milliyetçi ideolojilerini yaymışlardı. Milliyetçilik,  ulus-devletin siyasal hiyerarşisine hizmet eden bir ideolojiydi. Her bölgesel uygarlık kendisine bir siyasi ideoloji üretmek zorundadır. Siyasi ideoloji olmadan ne kendilerini ilerletebilirlerdi ne ayakta kalabilirlerdi, ne de sermayeyi o bölgelere aktarabilirlerdi. Sömürgecilik anlayışı değişen Avrupa, artık modern sömürgecilikte Avrupa’dan paralı asker götüremediği ya da asker bulamadığı için, Anadolu ve Kürdistan’ın yerli halkları olan Ermenileri, Rumları, Süryani ve Kürtleri Kızılderililer gibi hem kendi uygarlığına katmak hem de Türkleştirme projelerini pratiğe uygulamak için, onları soykırımlardan geçirip yok etme görevini Avrupa merkezci Türk milliyetçiliğiyle yetiştirdikleri paralı devşirme Türk askerlerine vermişlerdi. Bunun için Osmanlı mirasını Kapitalist sistemin motor gücü olan İngiltere gözetiminde İttihatçılara devredip, Batı uygarlığına Ortadoğu’da enerji kaynakların güvenliğini sağlayan, soykırımlarını yapan, yeraltı yerüstü zenginliklerini yağmalayıp merkezi uygarlığa aktaran, göç akınlarını önleyen ileri karakol uygarlık yıkıcı Türk egemenlik sistemini kurmuşlardı. Askerlerini o ülkeye konumlandırmadan, iktidara getirdikleri adamlarının yetiştirdiği Yeniçeri Ordusu ile o ülkeyi yönetiyorlardı. İttihatçı adamları da ulus-devletin meşruiyetini koruma adına toplumun hafızasını batı anlayışıyla yukardan aşağıya doğru düzenlemişlerdi.

 

Batılılar diktatörlerini katillerden seçerek kullanıyorlar

 

Dünyayı yöneten uygarlık güçleri 19. yüzyılın sonlarına doğru kendi akademisyen kadrolarına yazdırdıkları bir yazıyı, yıllar önce okuduğumda tüylerim diken diken olmuştu. Henüz Birinci ve İkinci Dünya Savaşları, Ermeni, Rum, Süryani, Kürt, Alevi, Roman, Yahudi, Koçgiri, Zilan ve Dêrsim gibi onlarca soykırım, binlerce katliam yapılmamıştı. İşte ta o zamanlar, ulus-devlet şafağında, Avrupa’da kovalayacakları “yırtıcı hayvanlar” (yani Roman ve Yahudiler) için Alman milliyetçiliğiyle yetiştirilen Naziler eliyle nasıl bir av partisi düzenleyeceklerini, Ortadoğu’da inşa edecekleri yapay Türk ulus-devleti ve İsrail ulus-devleti için özel olarak onlarca yıl boyu Cemaat okullarında yetiştirdikleri İttihat Terakki ve Siyonist kadrolarını, “Protokol” ve “Kırmızı Kitap” diye bastırıp dağıttıkları propaganda kitaplarında şöyle bilgilendiriyorlardı:

“Eğer bugün Ortadoğu’da bir ulus-devlet inşa etmeyi umuyor ve düşünüyorsak; bin yıl önce kurulması mümkün olan Selçuklu ya da Osmanlı tarzında onu inşa etmemeliyiz. Birçok Siyonist ve İttihatçı’nın yaptığı gibi medeniyetin ilk dönemlerine geri dönmek budalaca olur. Farz edelim, mesela bir ülkeyi yırtıcı hayvanlardan temizlememiz gerekiyor. Kolları sıvayıp beşinci yüzyılda Avrupalıların yaptığı gibi işe başlamamalıyız. Orta Asya’daki Türkler ve Moğollar gibi oku, mızrağı kuşanıp tek başımıza ayı avına çıkmamalıyız. Büyük ve etkin bir av partisi düzenleyip hayvanları toplu bir şekilde kovalamalıyız ve parçalayıcılığıyla gününde olan bombamızı tam ortalarına atmalıyız.“

İşte Avrupalıların, çağımızın dini olan Avrupa merkezci ayrımcı ırkçılıkla beyinlerini aşıladığı katiller, bombalarını soykırımdan geçirmek istedikleri halkların ‘tam ortalarına’ attılar!

Dünya devletlerini ellerindeki altın gücüyle yöneten, a.) finans merkezleri b.) basın ve medya c.) üniversitelere hakîm olan uygarlık güçleri, bu korkunç fikirleri vekalet savaşçılarının beyinlerine yerleştirip o canavarları, yok etmek istedikleri halkların üzerine sürdüklerinde; soykırımcı faşist rejimin kurucu Mustafa Kemal, onun öğrencileri Hitler, Mussolini ve Franco örneklerinde olduğu gibi her şey çok geç kalınmış oluyordu.

Asıl önemli olan bütün bunlar olmadan, kötü tanrılar cellatlarını, toplumun kılcal damarlarına yayılan akademisyen beyin kadrolarını, yani beyinsel güç (siyasi-iktidar) merkezlerini yaratmadan önce, toplum kendi özerkliğini, öz savunmasını ve öz kültürünü geliştirip, günün bütün bilim dalları ve tekniğiyle karanlığı yırtarak gerçek demokratik-örgütlü kurumlara sahip olsa, gizli güçlerin ekonomik ve siyasi çıkarları çerçevesinde soykırımları yapacak olan ve hiç bir zaman başa gelmemesi gereken bu vampirlerin, şizofren, katil, hırsız ve delilerin iktidara gelmesi mümkün olmayacaktır.

**

Mustafa Kemal, Birinci Dünya Savaşı’nda İttihat Terakki arkadaşlarıyla birlikte, bu örgütün gizli istihbarat üyesi olarak Ermeni, Rum ve Süryani soykırımı yaparak savaş ve insanlık suçu işlemiştir. İttihat Terakki kadroların, savaş ve Ermeni soykırım suçlarıyla yargılandıkları İstanbul Harp Mahkemesi’ndeki davaları 17 Nisan 1919 tarihinde başlamıştır. 61 kişinin yargılandıkları davada, rütbeleri alınan onlarca kişi kürek cezasına çarptırılmıştır. İttihat Terakki liderleri Talat Paşa, Enver Paşa, Cemal Paşa, Nazım Bey ile birlikte 17 kişi ve bu örgütün gizli İstihbaratı Teşkila-ı Mahsusa’nın şefi olan Mustafa Kemal’a gıyaben idam kararı verilmiştir.

 

İlginçtir, dünyayı yöneten gizli güçler, yani kapitalist sistemin o dönemdeki öncü gücü İngiltere, aynı yıl savaş ve insanlık suçu işlediğinden dolayı idama mahkum edilen ve  tutuklanacak kişiler listesinde üçüncü sıra yer alan bu adama, Anadolu ve Kürdistan halklarını kandırıp aldatma ve yapay Türklüğü Anadolu’ya yerleştirme görevini vermişlerdir! Soykırımcı faşist rejimin kurucu olan Mustafa Kemal, 1921’den 1938 yılına kadar Koçgiri, Bingöl-Amed, Ağrı-Zilan ve Dersim’de tarihin en büyük büyük Kürt soykırımlarını, Semitik tüccarların tarihsel programları çerçevesinde planlayıp pratiğe uygulayan ve daha önce savaş ve Ermeni soykırımı yaptığından dolayı insanlık suçundan idama mahkûm edilen bir kişidir. Bu diktatör 1938’de öldüğünde, Kürt soykırımları şıp diye kesilmiştir.

 

Başta İngiltere, Amerika ve ileri karakolları Türkiye olmak üzere aynı uygarlık güçleri yüzyıl sonra, 2024 yılın sonunda Suriye’deki Beşar Esad rejimini yıkmada kullandıkları El-Kaide, IŞİD ve El Nusra gibi cihatçı örgütlerinde çalıştığı on yıllık süre içerisinde, Ahmet al-Scharaa adıyla sivillere büyük katliamlar yapan suçlu katil eski El-Kaide üyesi ve son olarak HTS lideri olan Mohammed al-Golani’yi neoliberal politikaları, Ortadoğu’nun yeniden dizaynı ve İsrail devletin güvenliği için kullanmak üzere M. Kemal gibi iktidara getirerek, bu cihatçı katil diktatör eliyle Alevilere, Dürzilere ve Kürtlere katliamlar yapmayı planladılar. Mohammed al-Golani, Batı’lılar tarafından Suriye’de iktidara getirildiğinde hâlâ ABD ve BM’in aranan teröristler listesinde yer alıyordu.

 

Unutmayalım ki, son iki yüzyıldan beri Batılılar diktatörlerini hep katillerden seçerek kullanıyorlar.

 

Berlin, 04.05.2025

Azad Roni

 

Kaynaklar:

[1]. Dersim Raporu, İletişim Yayınları, İstanbul 2010, s.50-57  

[2]. Mehmet Hasan Bulut, İngiliz Derviş, IQ Kültür Sanat Yayıncılık, İstanbul 2020, s.340

[3]  Aktaran, Mehmet Hasan Bulut, İngiliz Derviş, IQ Kültür Sanat Yayıncılık, İstanbul 2020, s.340-341

[4].  Atatürk’ün Bütün Eserleri, Kaynak Yayınları, İstanbul 2003, cild 2, s.232 (Kendisi İngilizlerden Osmanlı

[5]. Mehmet Hasan Bulut, İngiliz Derviş, IQ Kültür Sanat Yayıncılık, İstanbul 2020, s.344-346 

[6]. Mehmet Hasan Bulut, İngiliz Derviş, IQ Kültür Sanat Yayıncılık, İstanbul 2020, s.344-346

[7]. Mehmet Hasan Bulut, İngiliz Derviş, IQ Kültür Sanat Yayıncılık, İstanbul 2020, s.344-346

[8]Mehmet Hasan Bulut, İngiliz Derviş, IQ Kültür Sanat Yayıncılık, İstanbul 2020, s.341 

[9]. Stanford Shaw, From Empire to Republic, The Turkish War of National Liberation, cild 1, Türk Tarih Kurumu, Ankara 2000, sayfa 358, 359

[10]. Dagobert von Mikusch, Ghazi Mustapha Kemal (la Résurrection d’un peuple), Gallimard, Paris 1931, sayfa 224

[11]. Ilgaz Zorlu, Evet, ben Selanikliyim, Belge Yayınları, İstanbul 1998, s.116

[12]. Jonathan Schneer, Balfour Deklarasyonu, Kırmızı Kedi Yayınları, İstanbul 2012, s.368-371

[13]. Murat Sertoğlu, Mareşal Çakmak’ın Hatıraları, Hürriyet Gazetesi, s.3,11 Nisan 1975

[14]. Jonathan Schneer, Balfour Deklarasyonu, Kırmızı Kedi Yayınları, İstanbul 2012, s.371 

[15]. Jonathan Schneer, Balfour Deklarasyonu, Kırmızı Kedi Yayınları, İstanbul 2012, s.370-371 

[16]. Amerika öncülüğünde İngiltere, Fransa, İtalya, Mısır, Suudi Arabistan gibi 28 devletin koalisyonu ile Irak devletine karşı ‘Çöl Fırtınası’ adı altında başlatılan Birinci Körfez Savaşı’nda (1990-1991) Irak güçlerini Kuveyt’ten çıkarmış ve Bağdat yakınlarına kadar kovalamışlardı. Bağdat’ın alınması ve Saddam rejimini yıkmaları an meselesi iken, Bağdat’a yürüyen ordularını taktik olarak geri çekerek başka bir zamana, Saddam Hüseyin’in rejimini yıkmayı nasıl ki İkinci Körfez savaşına bıraktılarsa; İngiltere de, “üç geminin battığını ve dördünün de ağır hasar gördüğünü açıklaması” ile bazı çevrelere mesaj ilettiği ve Türk–Alman askerlerin de bütün mermi ve cephanelerini bitirdikleri 1915’de Çanakkale Savaşı’nda, her ne kadar Türkler yenilgilerini zafer olarak gösterseler de, aslında Osmanlı o savaşta yenilmişti, isteseydi ertesi gün İstanbul’u işgal edebilirdi. Ama henüz Osmanlı mirasını Anadolu valisine bırakma hazırlıkları olmadığı için geri çekilmişlerdi. Ve işte üç yıl sonra M. Kemal’in dostu Rauf Orbay eliyle Mondros Mütarekesi’ni Osmanlı devletine imzalatan İngiltere savaşmadan İstanbul’u işgal etmişlerdi. Çanakkale Savaş’ın tarihsel şahidi olan o dönemin Amerikan İstanbul Büyükelçisi Henry Morgenthau, ”Çanakkale savaşında boğazları savunmaya çalışan Almanlar ve Türk ordusu ellerindeki bütün cephaneyi, mermileri harcamışlardı. İngilizler isteseydi ertesi gün İstanbul’u işgal edebilirlerdi. Ellerinde cephaneleri kalmayan Alman ve Türk askerleri korkuyorlardı ve ertesi gün İngilizler saldırıya geçerlerse Anadolu içlerindeki dağlara çekileceklerini söylüyorlardı.” diye tarihe gerçeği not ediyor. (Bakınız: Büyükelçi Morgenthau’nun Öyküsü, Belge Yayınları, İstanbul 2005, s. 176,177)  

[17]. Stanford J. Shaw-Ezel Kural Shaw, Osmanlı İmparatorluğu ve Modern Türkiye, Tercüme eden: Mehmet Harmancı, E Yayınları, İstanbul 2010, cilt 2, sayfa 436

[18].  Dagobert von Mikusch, Gazi Mustafa Kemal (la Résurrection d’un peuple), Gallimard, Paris 1931, sayfa 149.

[19]. Dagobert Von Mikusch, Gazi Mustafa Kemal (la Résurrection d’un peuple), Gallimard, Paris 1931, sayfa 163.

[20]. Şerafettin Turan, Türk Devrim Tarihi, Bilgi Yayınları, İstanbul 1991, cilt 1, s.166  

[21]. Carlo Sforza, Les Bâtisseurs de l’Europe Moderne, Paris 1931, pp. 358 et seq

[22]. Mehmet Hasan Bulut, İngiliz Derviş, IQ Kültür Sanat Yayıncılık, İstanbul 2020, s.348 

[23]. Mustafa Kemal, Birinci Dünya Savaşı’nda İttihat Terakki arkadaşlarıyla birlikte, bu örgütün gizli istihbarat üyesi olarak Ermeni, Rum ve Süryani soykırımı yaparak savaş ve insanlık suçu işlemiştir. İttihat Terakki kadroların, savaş ve Ermeni soykırım suçlarıyla yargılandıkları İstanbul Harp Mahkemesi’ndeki dava 17 Nisan 1919 tarihinde başlamıştır. 61 kişinin yargılandıkları davada, rütbeleri alınan onlarca kişi kürek cezasına çarptırılmıştır. İttihat Terakki liderleri Talat Paşa, Enver Paşa, Cemal Paşa, Nazım Bey ile birlikte 17 kişi ve bu örgütün gizli İstihbaratı Teşkilat-ı Mahsusa’nın şefi olan Mustafa Kemal’a gıyaben idam kararı verilmiştir.

İlginçtir, dünyayı yöneten gizli güçler, aynı yıl savaş ve insanlık suçu işlediğinden dolayı idama mahkûm edilen bu adama, Anadolu ve Kürdistan halklarını kandırıp aldatma ve yapay Türklüğü Anadolu’ya yerleştirme görevini vermişlerdir! Soykırımcı faşist rejimin kurucu olan Mustafa Kemal, 1921’den 1938 yılına kadar Koçgiri, Bingöl-Amed, Ağrı-Zilan ve Dersim’de soykırımları, Semitik tüccarların tarihsel programları çerçevesinde planlayıp pratiğe uygulayan ve daha önce savaş ve Ermeni soykırımı yaptığından dolayı insanlık suçundan idama mahkûm edilen bir kişidir. 1921-1938 dönemleri arasında Koçgiri, Bingöl-Amed, Ağrı-Zilan ve Dersim’de en az 300 bin Kürdün öldürülmesinden sorumlu bir diktatördür.

[24]. Gazeteci Seymour Hersh’in Kırmızı Çizgi ve Fare Hattı makalesinde;  Erdoğan’ın Obama ile nasıl anlaştığı, CIA ve M16’nın Kadaffi’nin silahlarını verdiği MİT’in bu silahları TIR’larla nasıl Esad’ karşı savaşan cihatçı terör örgütlerine ulaştırdığını yazmaktadır.

[25]. Mehmet Hasan Bulut, İngiliz Derviş, IQ Kültür Sanat Yayıncılık, İstanbul 2020, s.348

[26]. Dagobert Von Mikusch, Gazi Mustafa Kemal (la Résurrection d’un peuple), Gallimard, Paris 1931, sayfa 163.

[27]. S. Andrew Ryan, The Last of the Dragomans, London 195, p. 131

[28]. 19 Mayıs 1919 günü Pontus Rumlarına soykırım yapılmaya başlandığının anma günüdür. Kara bir gündür. Devşirme Türkler, yerli halklara yapılan bu soykırımı inkâr edip gölgede bırakmak için, “M. Kemal’in Samsun’a çıkıp ülkeyi kurtarmaya başladığı gün” olarak kutlamaktadırlar.  

[29]. İngilizlerin M16 ajanları arkalarında belge bırakmasın diye hiçbir zaman not tutmazlar.

[30].  Hüsamettin Ertürk (Teşkilatı Mahsusa Başkanı), İki Devrin Perde Arkası, Sebil Yayınları, İstanbul 1996, s.318-319

[31]. Kazım Karabekir, beş yıl sonra İzmir Suikast Girişimi davasında, karşına ‘Türkiye Komünist Partisi’ üyesi olduğu suçlaması çıkınca, yeni öğrenmiş ki M. Kemal, onu sormadan TKP’nin üyesi diye yazmış kayıtlara! Az daha idam edilecekti. Burası İngiliz valileriyle yönetildiği Türkiye, burada her şey olabilir.

[32]. Hüsamettin Ertürk (Teşkilatı Mahsusa Başkanı), İki Devrin Perde Arkası,  Sebil Yayınları, İstanbul 1996, s.319

[33]. Resmi Belgelerle  Kontr-gerilla ve MHP, cilt 1. Aydınlık Yayınları, İstanbul 1978. S. 13

[34]. Serdar Çelik, Mezopotamien Verlag, Köln 1995, s. 35

[35]. Hüsamettin Ertürk, İki Devrin Perde Arkası, Sebil Yayınları, İstanbul 1996, s.337

[36]. Hüsamettin Ertürk, İki Devrin Perde Arkası, Sebil Yayınları, İstanbul 1996, s.342

[37]. Age. S. 343

[38]. Şerafettin Turan, Türk Devrim Tarihi, Bilgi Yayınları, İstanbul 1991, cilt 1, s.171   

[39]. M. Kemal’in Bolşevikler’e yaptığı bu hainliği bilmiş olsalardı, çıldıracaklardı.

[40]. Daha sonra İngilizlerin Kars üzerinden verilen bu silahların Ege bölgesinde Yunanlara karşı kullanıldığı  ortaya çıktı.

[41]. Mehmet Hasan Bulut, İngiliz Derviş, IQ Kültür Sanat Yayıncılık, İstanbul 2020, s.360-361

42.  “Walter Rathenau belki de zamanında Rothschil’lere danışmanlık yaptığından ve sosyalist dünya görüşü bilindiğinden kendini güvende görmektedir…12 Aralık 1921 tarihide basılan makalesinin bir bölümünde Rathenau aşağıdakileri söylemekteydi: ‘Birbirini tanıyan sadece üz yüz adam Avrupa’nın kaderini idare etmektedir. Bu adamlar haleflerini (iktidara getirecek adamları) kendi çevrelerinden seçerler. Bu adamların tasvip etmedikleri her devleti yok edecek araçları bulunmaktadır.’”  (Dr. John Coleman, Das Komitee der 300, J.K. Fischer Verlag, Gelnhausen Hailer 2018, s.48)

[42 a]. Dr. John Coleman, Das Komitee der 300, J.K.Fischer Verlarlag, Gelnhausen Hailer 2018

[43]. Armin Garo’nın Anıları, Belge Yayınları, İstanbul 2015 / Armin Garo, Her şeyi biliyordu. Yalnız tek bir şey bilmiyordu. Bu soykırımları bu devşirme Türk ordusuna yaptıranlar, onları hem finansal olarak destekleyeceklerdi, hem de sahte bir Türk tarihi yaratacaklardı.

[44]. Lord Kinross, Atatürk, Altın Kitaplar Yayınevi, İstanbul 2021, s.309./ Lord Kinross, 1960’da Türkiye’nin resmi ve Genelkurmay kaynaklarını tarayarak ve M. Kemal’ı tanıyanlardan sağ kalanları dinleyerek kaleme aldığı “Atatürk, Bir Milletin Yeniden Doğuşu“ kitabını okuduğumda bunun sanki MİT başkanı tarfından yazılmış ısmarlama bir kitap olduğunu hemen fark ettim. İngiliz yazar Andrew Mango‘nun, “Atatürk: Modern Türkiye’nin Kurucusu“ kitabı da İngilizlerin devşirme Türklere yaratmak istediği sahte resmi tarih çercevesinde yazılmış bir propaganda kitabıdır. İngiliz propagandasıdır. İngilizler nasıl ki; İran’ı, Şah Rıza Pehlevi üzerinden modern sömürgeci uygarlık sistemlerine kattıysa, Türkiye’yi de Mustafa Kemal adıyla modern sömürgeci uygarlık sistemlerine kattılar. Buna da İngiliz sömürgeciliği değil, modernleşme diyorlar.

[45]. Hasan İzzettin Dinamo, Kutsal İsyan, Tekin Yayınları, İstanbul 2018, s.311. H. İ. / Dinamo, sol bir yazar olarak Türk Genelkurmay Başkanı’n kaynaklarını tarayarak cumhuriyetin resmi tarihi süsleyip püsleyerek yazdığı halde, cumhuriyete yaranamadı. Özel Harp Dairesi’nin Rum, Ermeni, Yahudi, Süryanilere, yani evine Türk bayrağı asmayanlara yönelik -aynı zamanda İstanbul’u Türkleştirme harekât idi- 6-7 Eylül 1955 olaylarında “Kıbrıs Türklerindir” sloganlarını atarak yaptıkları katliamların sorumlularından biri olarak tutuklandı. Olaylarla hiçbir ilgileri olmamasına rağmen Hasan İzzettin Dinamo ve Aziz Nesin gibi birçok yazar, aydın, solcu ve komünistlerle birlikte tutuklandılar ve az daha idam edileceklerdi. İşte bu uygarlık güçlerin Doğu’da kullandıkları ’uygarlık yıkıcı Türk egemenlik sistemi’ öylesine katliam, soykırım işkence, faili meçhul ve zulüm makinasına dönüşmüştür ki; İngiliz ve Amerika’nın çıkarları için Kıbrıs sosyalist bir yönetime geçmesin, Rusya’nın eline geçerse onlar için büyük bir felaket olur düşüncesiyle Türkiye, Batı’nın kendisine verdiği görev aşkıyla, kurucusu M. Kemal’in Selanik’te doğduğu evin bahçesine bile bomba patlatıp Yunanların üstüne attı: “Yunanlar Atatürk’ün Selanik’teki evin bomba attı” diye iftira attılar. Ve sonra da, “Kıbrıs Türklerindir” sloganlarıyla Rumların, Ermenilerin, Yahudilerin İstanbul’daki işyerlerini, evlerini, kiliselerini yakıp yağmadılar. Özel Harp Dairesi’nin eline sopa verip sokağa saldığı devşirme cani Türkler, 400 kadına tecavüz ettiler, birkaç rahip bıçakla zorla sünnet edilirken, 90 yaşındaki Rahip Hrisantos Mantas diri diri yakıldı. 73 kilise, 26 okul, 1 sinagog, 4 bin 214 ev, 5 bin 317 işyeri ve dükkan yakıldı, yıkıldı, yağmalandı. Sonra 20 Temmuz 1974’de Kıbrıs’a Askeri Harekât başlatıp, orayı da yağmalayıp işgal ettiler. İngiltere’den yeşil ışık alarak başlattıkları Kıbrıs işgaline de, ’Kıbrıs Barış Harekâtı’ adını verdiler, barbarlar. Türkiye, güya “Amerika ve İngiltere bu işe rıza değilmiş de, kendisi orada Rumların zulmü altındaki (devşirme) Türkleri kurtarmaya gitmiş, emperyalizme karşı savaş yürütüyormuş, bu yüzden ’Kıbrıs Barış Harekâtı’ başlatan Başbakan Bülent Ecevit CIA’nın namlusunun ucunda, ha öldürüldü, ha öldürülecek! Batı’nın gizli örgütleri fırsat bulsalar Ecevit’i öldüreceklermiş. Amerika ve İngiltere Türkiye’nin Kıbrıs’a Askeri Harekât yapmasına karşıymış. Ama ellerinden bir şey gelmiyormuş, Türk askeriyle savaşa girmekten korkuyorlarmış,” diye basın ve medya kendi halkını kandırıp aldatarak, kamuoyunda propaganda yapıp emperyalizm ile iş birliklerini çok iyi gizlemeye çalışıyorlardı.

[46]. Milletvekili Dr. Rıza Nur, Mustafa Kemal’ın 12-13 yaşlarındaki kız öğrencilerine tecavüz ettiği olayını şöyle anlatıyor:

“Kız öğrencilerin başına gelenler.

Ankara’ya geldiğimin ikinci günü Darül Mauallimat (Yatılı Okul) Müdüresi Şahende Hanım geldi. Bir olay anlattı. Meğerse biz Rusya’da iken pek çirkin bir olay olmuş. Diyor ki: „Bir gece yarısı bir otomobille Mustafa Kemal, yaveri Salih (Salih Bozok), mektebin kapısına geldiler. Öğrencilerden bir kızı alıp götürdüler. Ertesi günü Eğitim Yardımcısı Hamdullah Suphi Bey’e gidip şikayet ettim. Bu çocukların babası o demektir. Ama o ‘Ne yapalım, olur ya. Kızı sevmiş, almış,’ dedi. Hayret içinde kaldım. Sizi hatırladım. Ben de, ‘O olsaydı kıyameti koparırdı,’ dedim. Mebuslara sordum. Bu iş Meclis’te gürültüye neden olmuş. Bir açıklama yapmak istemişler. Mustafa Kemal korkup kızı birkaç gün kullandıktan sonra yaverlerinden bir zabite nikahla vermiş, o da almış. Sonra zabiti terfi ettirmiş. Bu olay çok çirkin ve namussuzca bir iştir. Devlet ve milletin ırzına geçmiş ve onun hayat ve namusunu kurtarmak için çalıştığını iddia eden şu adam, okuldan milletin masum kızlarını zorla alıp gönül eğlendiriyor. Kız kaçırıyor, eşkıyalık ediyor. Bu iş grubu epeyce birlikteliğe getirmiş.” (Rıza Nur, Hayat ve Hatıratım, İşaret Yayınları, cilt 3, İstanbul 1992, s.182)

[47]. 1919’da Zeynel Abidin Efendi, ’Mustafa Kemal’ın eline fırsat geçsin, hepimizi asar.’ demişti. İktidarı için İttihatçı arkadaşlarını bile astı.

[48]. Merdan Yanardağ, Bir ABD Projesi olarak AKP Operasyon Partisi, Kırmızı Kedi Yayınları, İstanbul 2016. Bu Kitapta, Erdoğan’ın nasıl ABD tarafından iktidara yetilirdi. Ulusalcı Kemalistlerin en büyük hatası ve yanılgıları, nasıl ki Erdoğan 2000 yılların başlarında Batı tarafından iktidara getirildiyse, 1920 yıllarında da aynı şekilde M. Kemal’in iktidara getirildiğini kabullenmemeleri.